Sayfalar

Bu Blogda Ara

25 Mart 2015 Çarşamba

BÖYLE BUYURDU ZERDÜŞT ÜZERİNE

BÖYLE BUYURDU ZERDÜŞT ÜZERİNE


    Kitabın Adı : Böyle Buyurdu Zerdüşt - Wılhelm Frıedrıch Nıetzsche

    Yayınevi : 


    Doyuruculuk : 10

    Çeviri : 9

    Sayfa Düzeni : 10

    Genel Olarak Kitap : 10



    Özet...

    

    Nıetzsche'nin düşüncelerinin en yüksek düzeye eriştiği olgunluk dönemi, 'Böyle Buyurdu Zerdüşt' adlı eseri ile başlar. Bu eser Nıetzsche felsefesinin ana kitabıdır. Bu eser Nıetzsche'nin tanımı ile kitapların en derini, en yücesidir. Nıetzsche bupğ kitabı yazmakla insanlığa o zamana kadar sunulmuş en büyük armağanı sunduğunu belirtir. 

    



...............................................................................................................................................................................................

    

    Nıetzsche'nin düşüncelerinin en yüksek düzeye eriştiği olgunluk dönemi, 'Böyle Buyurdu Zerdüşt' adlı eseri ile başlar. Bu eser Nıetzsche felsefesinin ana kitabıdır. 



    Ecce Homo'da Nıetzsche Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı eseri için şöyle der:

    

    'Yazılarımın içinde Zerdüşt'ün ayrı bir yeri vardır. Onunla insanlığa şimdiye dek verilen en büyük armağanı sundum. Binyılları aşan sesiyle Zerdüşt yazılmış en yüce kitap, gerçekten yüksekler kitabı olduğu gibi - insan denen olguyu uçurumlar boyu aşağısında bırakmıştır - hem de kitapların en derini, doğrunun en derin hazinelerinden doğmuş olanıdır; bir tükenmez kuyudur, içine daldırılan kova ancak altın dolu, iyilik dolu olarak çıkar'


    Eser dört ana bölüme ayrılır. Her bölümde değişik insan davranışlarını ve insani olguları konu edinen başlıkların toplamı seksen üçtür. Nıetzsche ilk iki kısmını 1883'te, üçüncü kısmını 1884'te, dördüncü ve son bölümünü ise 1885'te kaleme almıştır. 


    Eserin dili şiir ile düz yazı arasındadır. Bazı bölümler şiiirden çok düzyazıya, bazı bölümler ise düz yazıdan çok şiire yaklaşır. Fakat eserin bütünlüğünde şiir niteliği ağır basar. Nıetzsche düşünürken de, yazarken de hem bir filozof hem de bir sanatçıdır, şairdir. 


    Anlatımı ve cümle kuruluşları Alman diline uymayan farklı bir söyleyiş tarzı içerir. Nıetzsche dilin kuralları, kısıtlı anlatımı, dar kalıpları ile anlatamadığı düşüncelerini bir ozan bağımsızlığı ile dil ile oynayarak anlatmaya çalışır. En sığ sanılan anlatımlarda bile insanı şaşırtacak şekilde derinleşir. 


    Alman dilinin gelenekçi söyleyiş kurallarının dışına çıkan Nıetzsche, yazılarını bir şiir uyumu içinde yazar, aklından geçeni yazıya dökerken dil bilgisi kurallarını bir yana iter; aforizmalar şeklinde yazdığı eserlerinin büyük kısmı imalarla, düşüncelerine dair ipuçları ile doludur. Olumlu başladığı bir cümleyi yada fragmanı olumsuz bitirir yada olumsuz başlar, olumlu bitirir. Alaycı, iğneleyici bir anlatımı vardır. 

    

    Bu yazım tarzı onun felsefesi ile ilişkilendirilebilir. Nıetzsche için felsefe yaşam ile içiçedir. Filozof - Nıetzsche'ye dek anlaşıldığı gibi - yaşamın ötesinde, yaşama karşı ezeli - ebedi bir takım ilkeleri, öncesiz- sonrasız hakikatleri ve olguları düşünen , soyutlama yapan, cam kulelerden hayatı seyreden kişi değildir. Nıetzsche'de filozof bir birey olarak, bir yaratıcı olarak, değişmeden korunan her değere karşı bir savaşçı olarak, yaşamın tam ortasında, oluşun içinde, sorunsal olanın arayışında, putların tam karşısındadır.


    'Felsefe bugüne dek anladığım, yaşadığım gibisi, yüksek dağda buz içinde gönüllü yaşamaktır - varlıkta yabancı, sorunsal olanı, şimdiye dek törenin yargıladığı herşeyi arayıştır.'


    Filozof, bugüne kadar değişmeden kalan herşeyi değiştiren, doğru olduğuna inanılanların yanlışlığını, yanlış olduğuna inanılanların doğruluğunu gösteren, değerlerin yazılı olduğu levhaları kıran kişidir. 


    'Benim filozoftan anladığım şey o yakınında ne varsa hepsinin tehlike de olduğu korkunç dinamit...'


    Nıetzsche, 'inanmanın' karşısındadır. Çünkü inanmak sorgulamadan kabul etmektir, oysa Nıetzsche hiçbirşeyi hatta kendi düşüncelerini bile sorgulamadan, onlara saldırmadan edemez.


    'İnananlar istemiyorum ben; kendi kendime inanmak için bile çokça hayınım sanıyorum'


    Nıetzsche yaşanım ana niteliğini oluş ve değişme olarak kabul eder. Onun aynı kalan, değişmeye direnen, putlaştırılmış herşeye saldırması bu yüzdendir. Felsefe de yaşamın içinde, yaşamla içiçe olmalı; bu yüzden de tüm kalıplardan uzak durmalıdır. Felsefeyi bu şekilde tanımlayan Nıetzsche'nin eserlerinde belli bir dilin kalıpları, kuralları içine hapsolmasını beklemek mantıksızlık olur. 


    Fakat anlatımdaki bu belirsizlik, bu yapıtın ve genel olarak da tüm eserlerinin yanlış yorumlanmasına, çoğunluklada düşüncelerinin bilinçli olarak saptırılarak, Nıetzsche'nin asla savunmayacağı hatta tam karşısında olduğu görüşlerce kullanılmasına yol açmıştır. Nıetzsche yanlış anlaşılacağını,bu tarz bilinçli saptırmaların olacağını ve bunlardan duyduğu rahatsızlığı şu şekilde ortaya koyar;


    'Yığınlar için konuşmuyorum. Yüreğim oynuyor yerinden günün birinde beni ermişler katına koyacaklar diye. Anlıyorsunuz değil mi, bunu önceden çıkarıyorum ki sonradan benim adıma bir takım budalalıklara girişilmesin.'


    Arthur Danto, Böyle Buyurdu Zerdüşt'ün 'Herkes için olan ve Hiç kimse için olmayan' şeklindeki alt başlığı tam da bu kitaba uydun düşmektedir der. Gerçekten de Zerdüşt, herkes için yazılmıştır , ama onu doğru yorumlayacak insanlar yüzyıllar boyu hiç çıkmayabilir. Ama bu durum Nıetzsche için bir üzüntü kaynağı olmaktan çok uzaktır. Aksine o sadece seçilmiş insanların kendisini anlayacağını, sürünün - yığının onu anlamayacağını yada yanlış anlayacağını Böyle Buyurdu Zerdüşt'ün ve diğer eserlerinin bir çok kısmında belirtir. 


    'Anlamıyorlar beni; bu kulaklara göre ağız değilim ben.'


    'Her babayiğidin harcı değildir Zerdüşt'ü duyabilmek...'  


    Nıetzsche yaşadığı dönemde  (günümüze dek doğru yorumlanıp yorumlanmadığı da tartışılması gereken bir konu ) hiç kimse tarafından doğru olarak yorumlanmamıştır. Ama o bu durum karşısında, yeryüzünün anlamı olacak kişiler için yazdığını onların ise ortaya çıkışının yüzyıllar alabileceğini belirtir. İşte Nıetzsche onların habercisi, yol göstericisidir.  


    ' Bu gün oltadır yazılarımın her biri; Kimbilir belkide herkesten ustayımdır olta atmakta. Hiç birşey vurmadıysa benim değil suç. Balık yoktu...'


    Böyle buyurdu Zerdüşt'te Nıetzsche kendisine sözcü olarak Zerdüşt'ü seçer. Eski İran peygamberi olan Zerdüşt, yani tarihsel Zerdüşt, dünyanın birer nesnel güç olan (tinsel nitelikte) iyi ile kötü arasında sürekli bir çatışma ve savaşın hüküm sürdüğü bir yer olduğuna inanır. Nıetzsche bu görüşe tabiki katılmaz. Fakat Zerdüşt'ün 'iyi ve kötü' ye nesnel bir nitelik kazandıran, böylece gerçeği yaşamın dışına çıkaran ilk kişi olduğu için bu hatayı düzeltecek kişinin de o olması gerektiğini söyler. Bu nedenle kitapta Zerdüşt'ü kendine sözcü olarak seçer.


    'Tam da benim, ilk töresizcinin ağzında Zerdüşt adı ne anlama geliyor, sormadılar bana; sormalıydılar ; çünkü o İranlının tarihteki korkunç benzersizliğini yapan şey, benimkinin tam tersidir.'  

    

    Son söz...


    Nıetzsche'nin düşüncelerini, eserlerini anlamanın ve anlatmanın en iyi yolu her zaman onun gözü ile görebilmek, onun dili ile konuşabilmektir. Bu nedenle, bence Nıetzsche'nin eserlerini okuyacak olan kişilere son söz yine Nıetzsche tarafından söylenmelidir;

    

    'Sağlam dişler, bir de sağlam miğde

    Budur dilediğim senin için!

    Sindirebildinse kitabımı,

    Barıştı demektir benimle yıldızın!'


ÖLEREK YAŞIYORUM...

ÖLEREK YAŞIYORUM...



    Kitabın Adı: Ölerek Yaşıyorum - Haldun Hürel

    Yayınevi: Dharma Yayınları - İstanbul; Mayıs 2004; 536 sayfa; Türkçe; Karton Kapak; ISBN No: 975-8729-45-4        

    

    

    Doyuruculuk : 8

    Konu Seçimi :10

    Kapak Dizaynı: 8

    Genel Olarak Kitap : 9

    


    Tek Cümleyle Kitap....

    

    Müzikle ilgilenen herkesin efsanevi 3 Hürel grubundan tanıdığı Haldun Hürel'in ilk kitabı olan 'Ölerek Yaşıyorum' , ölüm ve ölümden sonrasına dair bir cevap ararken arkeolojik keşiflerin ortaya çıkardığı gerçeklerin ışığında yol alan kurgusal gerçek bir roman... 


...........................................................................................................................................................................................    

    YAZININ METNİ :

        

    'Yaşayarak Ölüyorum' Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesinde öğretim görevlisi, ressam ve 3 Hürel grubunda vurmalı çalgılar çalan Haldun Hürel'in ilk kitabı. 


    Kitap oldukça ilginç ve sürükleyici bir konuya sahip. Yazar da ilk kitabı olması rağmen konuyu çok iyi bir şekilde işlemiş. Aynı zamanda yazarın kitapta adı geçen arkeolojik eserlerin resimlerine ve planlarına yer vermesi de çok güzel bir ayrıntı olarak düşünülmüş. Kapak dizaynı çok sade bir şekilde tasarlanmış. Ama gerek yazı karakteri, gerekse renk seçimi kitabın konusu ile tam anlamıyla bütünleşmiş.  


    Kitap üç ana, otuzdokuz alt bölümden oluşuyor. Bölümlendirmenin bu şekilde yapılmış olması oldukça kalın olan bu kitabın okunmasını kolaylaştırıyor.  Ayrıca bölüm adları hem konuyu özetleyici hem de okuyucunun heyecanını teşvik edici şekilde seçilmiş. 



    Yer: Bodrum... Yıl: 2095


    Kitabımızın kahramanı Türkiye'nin en büyük kültür şirketlerinden Karya Araştırma Enstitüsü kurucularından ve aynı şirketin başkan yardımcısı ünlü arkeolog Uras German. Roman German ve ekibinin antikçağa ait eserleri araştırmak için Bodrum'a gelmesi ile başlıyor. German'ı kitabımızın kahramanı yapan özelliği sürekli olarak gerçek olduğunu hissettiği rüyalar ve sesler ile karşı karşıya kalıyor olması. German kendisine büyük bir ün kazandıran arkeolojik keşiflerinin bir çoğunu, bu ağırlıklı olarak Mısırda firavun dönemine ve Antikçağ'da Karyalıların yaşadığı döneme ait olan sanal-gerçek diye adlandırılabilecek derecede etkili düşleri ve kafasının içindeki seslerin yönlendirmesi ile yaptığını iddia ediyor. Ama gerek meslektaşları gerekse nöröbiyolog arkadaşları bu düşlerin German'ın iddia ettiği gibi gerçeğin ta kendisi olduğuna inanmıyor. 


    Halikarnas'a gelmesi ile birlikte gördüğü düşler yoğunlaşan German, kaldığı otelde kendisini ilk görüşte derinden etkileyen genç ve güzel bir kızla tanışıyor. Kitabın başında bize alelade bir kadın-erkek tanışması gibi gözüken bu olayın, kitabın ilerleyensayfalarında hikayenin en önemli parçalarından biri olduğunu farkediyoruz. 



    Yer: Bodrum Yıl: M.Ö.335

    


    Tam biz de nöröbiyologlar gibi German'ın yoğun bir şekilde çalışmaktan akıl sağlığının bozulmaya başladığını düşünmeye  başlayacakken kahramanımız kalp krizi geçiriyor ve hikaye bu noktadan sonra önceden asla tahmin edemeyeceğimiz bir şekilde gelişmeye başlıyor. Çünkü German gözlerini M.Ö.335 yılının Halikarnas'ında Zenon adlı biri olarak açıyor ve okuyucu German ile birlikte kendini antikçağın en büyük savaşlarından birinin içinde buluyor, Büyük Aleksandros'un Halikarnas'ı kuşatmasına şahit oluyor ve bu sırada Aristoteles'te dahil bir çok tarihi şahsiyetle tanışıyor. 


    Hikaye ilerdikçe 2095 yılındaki Uras German, M.Ö.335 Antikçağındaki Zenon ve M.Ö. 2323 yılının Mısırında'ki Firavun Venis arasındaki bağı keşfetmek büyük bir zevk veriyor. Aynı zamanda hikaye başından sonuna dek heyecanını ve sürükleyiciliğini hiç kaybetmiyor.  


    

    Beden ve Ruh... Yaşam ve Ölüm...


    Kitabın benim açımdan en iyi yanı ise ölüme ve ölümden sonraki hayata dair sorulara cevap arıyor oluşu. Kitabın bir çok bölümünde, özellikle de son bölümlerinde insanın varlığının, ruhun ölümsüzlüğünün ve evrenin yapısının tartışıldığı diyaloglar yer alıyor. Yer yer de Aristoteles'in bu konudaki düşüncelerinden yararlanılmış.


    'Ruh, yekpare ebediyetin ta kendisiydi. Beden ne ki?.. Bir çuval!.. Et,kan ve pislikle dolu, işe yaramaz bir kemik yığını çuvalı!'


    'Ölüm,  doğmadan önceki belirsizlik değil. Yok olduğumuzu sandığımızdan sonra ki karanlık, hiç değil. Benzediği hiçbir şey yok ölümün!..'


    'Yaşam denilen enerji hiç tükenmiyordu. Bizim algıladığımızın ve insiyatifimizin dışında, sürekli devinim halinde olan bir çark gibi, ebedi ve mutlak bir enerjiyle dönüp duruyordu.'  


        


    Son söz...


     

    'Ölerek Yaşıyorum' adlı kitap ölüme ve ölümden sonraki yaşama dair yanıt arayan ve özellikle de arkeolojiye ilgi duyan herkesin büyük bir zevk ve heyecan ile okuyacağı bir roman...

..........................................................................................................................................................................................

    

    Özet....


    Ölüm ve ölümden sonrasına dair bir cevap ararken arkeolojik keşiflerin ortaya çıkardığı gerçeklerin ışığında yol alan 'Yaşayarak Ölüyorum', müzikle az yada çok ilgilenen herkesin 3 Hürel grubundan tanıdığı Haldun Hürel'in ilk kitabı. Kitap oldukça ilginç ve sürükleyici bir konuya sahip. Yazar da ilk kitabı olması rağmen konuyu çok iyi bir şekilde işlemiş. 2095 yılında Bodrum'da ki arkeolojik bir kazıda başlayan hikaye, gelişen olaylar ile M.Ö.335 Halikarnas'ın da devam ediyor ve okuyucuya geçmiş ile gelecekarasında gidip gelen zevkli bir yolculuk yapma fırsatı sunuyor.

Ortega Y Gasset’te Sevgi

Eleştiriler Ve Gasset’ın Yanıtları

 

Ortega Y Gasset’te Sevgi

 

İspanya’nın çağdaş Avrupa felsefesine en büyük katkısı olan filozof Jose Ortega Y Gasset, Albert Camus’a göre ‘Nıetzsche’den sonra en büyük Avrupalı yazardır.’

Gasset her zaman bir filozofa göre çok fazla hayatın içinde olmuş, bu nedenle de çok sık eleştirilmiştir. Ama o yapışan tüm eleştirilere rağmen pasif bir seyirci gibi sadece gerçeği yorumlamakla yetinen bir fildişi kulesi filozofu olmak yerine, insanlara gerçeği göstermeyi daha doğrusu onları uyandırmayı amaç edinen bir filozof olmayı seçmiştir. Çünkü ona göre ‘Aydın pek verimli olan yalnızlığının içinde keşfettiği şeyi başkalarına bildirmek durumundadır, kendi çölsü yaşamından insanlara kendi yalnızlıklarını haykırmalıdır. Aydın olmanın özü çölde haykıran ses olmaktır.’

 

Gasset, ‘İnsan ve Herkes’ adlı kitabında insanların fikir ve doğrularının çoğunluğu kişisel ‘ben’ lerinden kendiliğinden doğmadığını belirtirBunlar toplumsal çevreden benimsetilmiş, zamanla içlerinde birikmiş fikirler ve doğrular yığınıdır. Aydının görevi bireyi durup düşünmeye, tüm fikir ve duygularını sorgulamaya özendirmektir. Çünkü düşünce insana bahşedilmiş bir armağan değildir. İnsan düşünceyi binlerce yıl süren bir çaba ile yavaş yavaş üretmiştir. Kazanılmış bir nitelik olarak düşünce her an yitirilebilir yada gerileyebilir. İnsanlık kendisini zoolojik sıkalanın dışına çıkaran ‘düşünce’yi yitirdikçe insan olma özelliğini de yitirecektir. Kaplan, kaplan olma özelliğini yitiremez, fakat insan olmak demek insan  olmamak tehlikesine açık olmak demektir.

 

‘İnsan, insan olarak uçup gidebilir, tam ve kesin bir ötekileşme sonucunda, sessizce yeniden hayvan düzeyine dönebilir.’

 

Gasset’e göre tarihte bir çok kez yitirilmiş olan düşünce onun yaşadığı dönemde de bir kez daha yitirilme tehlikesi ile karşı karşıya idi. Bu noktada Gasset, kendisine bir filozof olarak insanları yeniden düşünmeye özendirme görevini seçmiş, neredeyse her konu üzerine yazmış, konuşmuş, dersler vermiştir.

 

Eğer yapılabilseydi, ki tabii yapılamaz, bir toplumun içinde, örneğin koskoca ulusumuzda, acaba kaç kişi iki kere iki nasıl dört eder yada güneş yarın doğacak mı diye kafa yormuştur, şöyle durup düşünmüştür yani, bunu bir istatistikle saptayabilsek ilginç olurdu. Buradan da ortaya çıkan sonuç fikirlerimizin pek büyük çoğunluğunun, fikir olmalarına ve bizi kanı gibi etkilemelerine karşın, hiç de akıl ürünü olmadıkları, göreneklerden ibaret olduklarıdır; mekanik ve anlaşılmazlardır ve bize baskı yoluyla benimsetilmişlerdir.

…..Eğer bir halkın bu korkunç çağı sağ salim atlatabilmesi isteniyorsa, alınacak önlemlerden biri, karınca kararınca, ama vazgeçilmez bir tanesi şu: O halkın içinde yeterli sayıda kişinin, tüm o fikirlerin –adlarına öyle diyelim bari- üstünde konuşulan, tartışılan, uğrunda savaşılan ve insan boğazlanan tüm o fikirlerin ipe sapa gelmez ve son derece havada kalan şeyler olduğunu anlamasını sağlamaktır.”

 

 

ORTEGA Y GASSET’TE SEVGİ

 

Gasset’in üzerinde düşündüğü, yazdığı konulardan biri de sevgidir. Gasset bu konuyu ayrıntılı olarak ‘Sevgi Üzerine’ (orijinal adı: Estudıos Sobre el Amor) adlı yapıtında ele almıştır.

 

Sevgi - Aşk - Arzu

 

Gasset’e göre sevgi araştırmasına başlamadan önce iki şeyi belirtmek gerekmektedir. Bunlardan ilki; sevgi ve aşk’ı aynı anlamda ele almanın araştırmamızı daraltmak olacağıdır. Çünkü bizler sadece kadın olarak erkeği, erkek olarak kadını sevmeyiz. Sevgi nesneleri sonsuz çeşitliliğe sahiptir. İkincisi ise; sevginin arzu ile karıştırılmaması gerektiğidir. Sevgiden bir çok şeyin doğduğu doğrudur; arzu, istem , eylem…. Bunlar sevgi değildir, ama sevgiden kaynaklanırlar. Elbette sevdiğimiz şeyi arzularız. Ama şu da unutulmamalıdır ki, biz sevmediğimiz, duygusal olarak ilgilenmediğimiz bir çok  şeyi de arzularız.  

 

Arzu bir şeye karşı duyulan sahip olma isteğidir. O şeye sahip olunduğun da yani arzu doyurulur doyurulmaz sona erer, söner. Ama sevgi hiçbir zaman sönmez, hiçbir zaman doyuma ulaşmaz. Ayrıca sevgi baştan sona etkinliktir, ama arzunun edilgen bir yapısı vardır. Ben bir şeyi istediğimde asıl istediğim o nesnenin bana gelmesidir. Sevgide ise nesnenin bana gelmesi yerine ben nesneye giderim. Sevgi sevilen şeye doğru sürekli bir çekilmedir.

 

‘Amor meus, pondus meum; illo feror quocumque feror’

(Sevgim benim ağırlık merkezimdir; o nereye giderse ben oraya giderim.)

St.Auqustine

 

 

Sevgi bir kıvılcım değil; kesintisiz bir akıştır.

 

Sevdiğimiz zaman kendimizi ruhsal bir devinim içinde bir nesneye doğru yönelmiş ve sürekli iç benliğimizden sevdiğimiz nesneye doğru akar durumda buluruz. İçimizdeki dinginliği bırakıp o nesneye doğru göç ederiz. Sevgi bir kıvılcım değil, kesintisiz bir akıştır.

 

Sevdiğimizde o nesne ile bütünleştiğimizi hissederiz. Sevdiğimiz insan kilometrelerce uzakta bile olsa onunla simgesel bir bütünlük içindeyizdir. Ruhumuz bu uzaklığı kapatır. Onunla temelde birlik içinde olduğumuzu duyumsarız.

 

Gasset için sevgi, bize bağlı olan şeye sürekli olarak ve isteyerek yaşam katmaktır. Onu yaratma, isteyerek koruma eylemidir. Çünkü seven insan için her şey sevdiği o tek nesneye bağlıdır.    

 

Asıl araştırma konumuza geçmeden önce Gasset’e göresevginin özelliklerini kısaca özetlersek; ‘ Sevmenin nesneye doğru giden, onu sıcak bir onayla saran, sürekli akış içindeki ruhun merkezkaç edimi olduğunu, bizi nesneyle bütünleştirip onu olumlu bir biçimde doğrulamaya götüren bir edim olduğunu söyleyebiliriz.’

SEVGİDE SEÇMENİN PAYI

 

Ortega y Gasset, insanların bir an için kendilerinin çözümlemeye girişseler, ‘kendi’ fikir ve duygularının büyük bir çoğunluğunun, kişisel ‘ben’ lerinden kendiliğinden doğmadığını, toplumsal çevreden gelerek içlerinde birikmiş başıboş fikirler ve duygular yığını olduğunu fark edeceklerini iddia eder.

 

Kişi bu başıboş fikirler ve duygular ile davranır, konuşur, kararlar alır ve bu kararları uygular vs… Kısaca insanlar bu fikir ve duygular ile yaşar, bunlar onun hayatını belirler. Bu fikir ve duygular kişinin kişisel ‘ben’inden kaynaklanmadığı için, bu kişinin edimleri ve sözleri onun en derin gizlerini çözmemiz için hiçbir zaman yeterli olamaz. Bu kişiyi çözmek istiyorsak söz ve edimlerine bakmaktansa, el-kol hareketleri yada mimiklerine bakmamız daha uygundur. Çünkü –çoğunlukla- mimikler ve el-kol hareketleri önceden planlanmadığı için kişinin derinlerde yatan gizlerini çözmek daha fazla olanak sağlar.

 

Sevgili seçimi, kişiliğin özünü ortaya koyar

 

İnsanın farkında olmadan kişiliğinin özünü  büyük ölçüde ortaya koyduğu durumlardan biri ve belki de o kişiyi çözmemiz için en fazla olanak sağlayanı ise, kişinin yaptığı sevgili seçimidir. Kadınlar da, erkekler de sevgililerini seçişleriyle yaradılışlarını ortaya koyarlar. Ama bu noktada sevmek ile hoşlanmayı birbirine karıştırmamamız gerekmektedir. Normal bir erkek hemen hemen karşılaştığı her güzel kadından ‘hoşlanır’.

 

Erkeğin her hangi bir şekilde karşılaştığı güzel bir kız, o erkeğin duyarlığının çeperlerinde bir kıpırdanma uyandırır ve bu kıpırdanma otomatik olarak erkeğin kadın yönünde ilk harekete girişmesin yol açar. Bu ilk hareket oldukça masum ve temizdir. (kaçamak bir bakış vs.) Bu nedenle klise bile bu ilk hareketi günah saymaz. İlk hareket olmasaydı hiçbir kadın-erkek ilişkisi (iyi yada kötü, ahlaklı yada ahlaksız) başlayamazdı.

 

Bu ilk hareket de kişinin iç benliği işe karışmaz, tamamen erkeğin dış çeperlerinde gerçekleşir. Bu ilk harekete yol açan uyarı çoğunlukla erkeğin iç dünyasında, kişiliğinin derinlerinde bir etki yapmaz.

 

Bu duygu sevgi olduğunda ise, ruhumuzun-özümüzün o dış uyarı ile birleşmesi gerekir. Yani sevdiğimizde yalnızca dış çeperlerimizden çekilmeyiz, aksine içimizden bizi çeken nesneye doğru sürükleniriz. Sevgi yaşanan sayısız çekilmelerin çoğunu eleyerek bir tanesi üzerinde yoğunlaşmamızı sağlar.

 

Bir kadının aşık olmasının ilk adımı dikkatinin çekilmesidir

 

Bir kadının bir erkeğe yada bir erkeğin bir kadına aşık olması için ilkin kadının o erkeğe dikkat etmesi yani dikkatini o erkek üzerinde yoğunlaştırması gerekir. Kadın dikkatini o erkek üzerinde yoğunlaştırarak onu sıradanlık düzeyinin üzerine çıkarır. Bu durum sevgi değildir, ama sevgi için önkoşuldur. Her dikkat yoğunlaşmasının ardından sevgi gelmez, ama sevginin oluşması için dikkat yoğunlaşması şarttır. Mesela; zenginlik bir kadının bir erkeğe aşık olması için yeterli değildir, ama zengin bir erkek yalnızca bu nedenle bir kadının dikkatini çekebilir.

 

 

Sevgi ve Cinsellik

 

Gasset’e göre, nasıl gerçek sevginin cinsel yanı olmadığını söylemek saçmalıksa aynı şekilde sevginin cinsellik ile eşitlenebileceğini söylemekte saçmalıktır. Çünkü cinsel içgüdü kendisini tatmin eden nesneleri sürekli çeşitlendirme yoluna gider. Oysa sevgi ayrımcılığa eğilim gösterir. Bir erkek bir kadına aşık olduğunda başka cinsel çekimlere karşı bağışıklık kazanır. Zaten insanı çeken güzellik ile kendisine aşık eden güzellik de birbirinden farklıdır.

 

Eğer bir kadına aşık olan bir erkek ile o kadına duygusal olarak ilgisiz olan bir erkeğe, aynı kadının çekiciliğinin kendileri için nereden kaynaklandığını sorsak ve aldığımız cevapları karşılaştırabilsek aradaki farkı çok açıkça görebilirdik. İlgisiz adam kadının güzelliğini bedeninin ve yüzünün çizgilerinde bulacaktır. Oysa aşık olan adam için o çizgiler çoktan silinmiştir. Onun için kadının güzelliği küçük ve güzellikle çokta alakası olmayan ayrıntılarda saklıdır. (gülüşü, sesinin tonu vs.) sevgi bu küçük ayrıntılarla sürekli olarak beslenir. Bu nedenle bir kadının salt güzellikle açısından kusursuzluktan yoksun olması sevgiye engel olmaz. Çünkü aslında ‘sevgi bize en iyi görünen ve başka bir varlıkta önceden yaratılmış, içkin olarak bulduğumuz belli türde bir insanlığa içten bağlanmayı imler’

 

 

Aşk, toplumsal akımlardan etkilenir.

 

Sevgi konusunda, kalabalıklardan ve kitlelerden söz ettiğimizde de durum tek bireyden söz ettiğimiz ile aynıdır. Nasıl bireyin yaptığı sevgili seçimine bakarak onun kişiliğinin özü hakkında bilgi edinebiliyorsak, bir kuşağın sevgide yaptığı seçimlerden de  kendisine biçim veren alt akıntılar hakkında bilgi edinebiliriz. Çünkü Gasset’e göre her toplumda, her dönemde belli bir tür kadın ve erkek tipine yönelindiği görülür.  

 

Bir kuşağın aşk konusunda yaptığı tercihin, bu tercihin arkasındaki nedensel güçten başka, önemli yanı bu tercihin gelecek kuşakların varlığını da belirleyecek olmasıdır. Çünkü bir evi her ne kadar erkek kumanda ederse etsin, onun varlığı ikincil ve resmidir. O evde her zaman kadının getirdiği iklim hüküm sürer. O evde yaşanan her ana, her olaya bu hava nufuz eder. çocuklarda bu havayı soluyarak büyürler. Bu nedenle her ne kadar çocuklar birbirinde farklı kişiliklerde ortaya çıksalar da, kişilikleri bu havanın basıncı altında ve annenin verdiği eğime göre şekil kazanır. Bu nedenle bir kuşağın erkeklerinin seçtiği kadın tipi bir sonraki kuşağın yapısını belirleyecektir.

 

ELEŞTİRİLER VE GASSET’IN YANITLARI

 

Gasset sevgi araştırmasının bu noktasından sonraki bölümlerinde kendisine yapılan eleştirileri cevaplayarak konuda ilerlemeyi doğru bulur. Bu eleştirilerden biri şudur; ‘Sevgili seçimimiz bizim kişiliğimizin özünü ortaya koyduğunu kabul ediyoruz. O zaman bir erkeğin yada kadının hayatında bir kere aşık olması gerekmiyor mu? Oysa insanlar hayatlarında iki veya üç kere aşık olabiliyor. O zaman kişiliğimizin özünde köklü bir değişim mi oluyor? Bu derece köklü bir değişim mümkün mü?’

 

Gasset’e göre bu eleştiriye yanıt verirken erkeklerin yada kadınların birkaç kez aşık olmalarını iki grupta ele alabiliriz. Bunlardan ilkinde erkek hayatı boyunca birkaç kez aşık olur, fakat aşık olduğu her kadında aslında bir tek dişi tipini yineler. Yani aslında pek çok değişik kadın tipinde tek bir kadını sever.

 

İkincisinde ise, bir erkeğin yada kadının hayatları boyunca aşık oldukları karşı cinslerin birbirinden oldukça farklı olduklarını gözlemleriz. Bu kişiler olanakları ve yargıları bakımından zengin olan insanlardır ki bu tip insanlarhayatları boyunca temeldeki tek örnekliliği yitirmeden birkaç değişim geçirirler. Bu değişim normaldir. Bunlar bir çeşit olgunlaşma evreleridir. Bu evreler her kişide iki yada üç ile sınırlıdır.Kişinin seçimi bu evrelerin her birinde farklı kadın yada erkek tiplerine yönelecektir. Çünkü her değişim ile değerler dizgemiz az yada çok değişikliğe uğrar, daha önce önemsemediğimiz yada fark etmediğimiz niteliklere önem vermeye başlarız.  

 

Gasset’e getirilen bir diğer eleştiri ise; sevgilinin bedensel oranlarına aşık olduğumuzu, benzer beden yapıları da birbirinden çok farklı ruhları içinde barındırdığından kişilerin sürekli yanıldığını ve yanılacağını iddia eder. Bu iddia  sevilen nesne ile sevenin yaradılışı arasındaki yakınlığı savunmayı imkansız kılar. Oysa Gasset’e göre karşımızda bir ‘beden’ gördüğümüzde, yalnızca bir ‘beden’ görmeyiz. Bedeni ruhtan soyutlamak çok zordur. Bir insanın bedenini ruhu ile eş zamanlı olarak algılarız. Beden kişilik yüklenmiş fiziksel  cisimdir. Zaman zaman birinin ruhunu algılarken yanılgıya düşmemiz bu savımızı geçersiz kılamaz.      

 

Her iki cinsten de bazı insanların karşı cinsin bedenine aşık oldukları sık olmasa da görülen bir durumdur. Ama durum da, o kişilerin varoluş biçimlerini ortaya koyar. Bu tercihi yapan aşık şehvetli bir yaradılışa sahiptir. Bu tür durumlara kadınınlar da daha az rastlanır. Kadın ruhunun erkek tenselliğine duyduğu tutku daha çok dört tip kadında ortaya çıkar. Bu kadınlar; fahişeler, erkeksi yaradılışa sahip kadınlar, arkalarında eksiksiz bir cinsel yaşamı olan ve olgunluk çağındaki kadınlar tada ruhsal yapıları bakımından anormal  yaradılışta olan kadınlardır.

 

Kasın ruhu erkek ruhuna göre çok daha fazla bütünlük teşkil eder. Bu nedenle kasında genellikle cinsel zevkle sevgi birbirinden kopuk olarak yaşanmaz. Bir olmadan diğeri ortaya çıkmaz. Kadın tenselliğinin ortaya çıkması için özel bir nedenin varlığı gerekir. Yukarıda bahsettiğimiz dört kadın tipinin de erkek tenselliği karşısında kendilerini zayıf kılan nedenleri vardır.  Mesela; fahişeler yaptıkları meslek nedeniyle erkek tenselliğine diğer kadınlara göre daha duyarlı hale gelirler.