Sayfalar

Bu Blogda Ara

18 Kasım 2015 Çarşamba

Körlük; Görmek yada Gör(e)memek...

KÖRLÜK (BLİNDNESS)

Körlük filmi Jose Saramago'nun aynı isimli romanından beyazperdeye aktarılmıştır. Filmin başrollerinde
bir çok başarılı yapımdan tanıdığımız Julıanne Moore, Mark Ruffalo ve özellikle Motorsiklet Günlükleri filmi ile başarıyı yakalayan Gael Garcia Barnel yer alıyor.
 2008 Cannes film festivalinin açılış filmi olarak seçilen Körlük'ün yönetmen koltuğunda ise 'Tanrıkent' filmi ile büyük çıkış yapmış olan
Fernando Meirelles oturuyor. 

Film ile Saramago'nun aynı isimli romanı arasında oldukça fazla farklılık var. Öncelikle roman felsefi, politik ve toplumsal anlamda derin saptamalar yapıyor, ama filmi izlediğimizde
bunların bir çoğunun ekrana aktarılamadığını görüyoruz. Saramago romanda körlüğü, daha doğrusu 'beyaz körlük'ü  insanın kendine, topluma, doğaya yabancılaşması için
bir metafor olarak kullanırken, ne yazıkki roman beyazperdeye aktarılınca bu duygu seyirciye geçirilemiyor. O yüzden incelenmek isteniyorsa film ile kitabın ayrı ayrı
ele alınması taraftarıyım. Biz burada -çok gerekli olan durumlarda kitaba da geri dönüşler yaparak- filmi inceleyeceğiz.

Bilmediğimiz bir zamanda (ama kıyafetler, mekanlar, kullanılan teknolojiye baktığımızda yaklaşık olarak günümüzün kapitalist toplumu olduğu anlaşılabiliyor)
, bilmediğimiz bir şehirde yoğun bir araç trafiğinin ortasında bir araç trafik ışıkları kırmızıdan yeşile geçtiğinde hakaret etmez. Sürekli bir yerden bir yere yetişme
kaygısı taşıyan insanlar hemen kornalara basmaya başlar, araçlarından inerek sabırsızlıkla sürücünün aracına doğru yürürler ve o sırada sürücünün 'kör oldum' diye sayıkladığını farkederler.
Sürücü filmimizin kör olan ilk kahramanıdır. Kalabalıktan çıkan bir kişi sürücüye yardım edebileceğini ve evine kadar götürebileceğini söyler ve birlikte yola çıkarlar. Filmde kişilerin iç sesleri yansıtılmadığı 
için romandaki kadar ne hissetiklerine hakim olamıyoruz; mesela sürücünün kendisini eve bırakmayı teklif eden, gerçekten de aslında hırsız olan adamın yanındaki tedirginliğini, hırsızın sürücüyü eve bırakıp arabasını
çaldıktan sonra yaşadığı iç çatışmaların hiç birini filmde bulamıyoruz. Bunun ana nedeni ise romandaki tartışmaların, çelişkilerin çoğunun kişilerin kendi zihinlerinin içinde geçmesi ve diyaloga dökülmemiş olması. Bu eksiklik 
belki filme 'içsesler' eklenerek giderilebilirdi, ama yönetmen bunu tercih etmemiş. 

Kör olan sürücünün eşi eve geldiğinde, birlikte doktora giderler; ilk bulgular fiziksel hiçbir bulgu olmadığı yönündedir. Hatta göz doktoru
daha önce hiç böyle bir vaka görmediğini söyler, çünkü bu 'beyaz körlük' tür.  Kör olan sürücü 'sanki gözlerim açık bir şekilde sür denizine batmış gibiyim' diye tanımlıyor körlüğünü.
Doktorumuz kör olan sürücümüzü hastaneye sevk eder. Doktor evine gider ve sabah kalktığında kendisin de kör olduğunu fark eder. 
Bir doktor olarak salgın olduğunu düşünerek hemen Sağlık Bakanlığını arar, önce onu ciddiye almayan bakanlık hızla bir çok vakanın gelmesi sonucu çok hızlı bir kararla
kör olan ve kör olanlarla temasa geçen herkesi ayrı ayrı yerlerde karantinaya alma kararı alır. Karantina için ise ilk olarak eskiden Akıl hastanesi olarak kullanılan bir
tesis seçilir. 

Karantinaya ilk giren kişi doktorumuz ve onu yalnız bırakmamak için kör numarası yapan karısı oluyor. Binaya ilk geldiklerinde dikkati çeken her yerin yıkık dökük olduğu,
hastaneden daha çok bir hapishaneyi andırdığı ve çalışanın bulunmaması. Karantinaya alınan körler hastanenin kapısında içeriye bırakılıyor ve onun dışında tamamen kendi kaderleri
ile baş başa bırakılmaktadırlar. Hükümet hastaneye kurduğu hoparlör sistemi ile sadece üç öğün yemeği kapıya bırakacağını, yemeğin dağıtımına karışmayacağını, çöpleri toplamayacağını, hastalanan olursa yardım gelmeyeceğini,
yangın çıkarsa müdahale edilmeyeceğini, kaçmaya çalışan olursa öldürüleceğini açık ve net bir dille bildirir. Hükümetlerin nasıl kolay bir şekilde totaliter bir şekile 
dönüşeceğini bize gösterir. Zaten kısa bir süre sonra hükümet başkanınında 'kör' olduğunu görürüz. 

Karantinaya gelen kişiler hızla artmaya başlar; doktor ve karısından sonra, doktorun bekleme salonunda bekleyen tek gözü kör yaşlı adam, gözünde yankı şikayeti olduğu için sürekli
güneş gözlüğü takan fahişe, tek gözü şaşı olan çocuk, ilk kör olan sürücü ve sürücünün arabasını çalan hırsız da aynı koğuşa gelirler. Roman da olduğu gibi filmde de hiçbir kanramananın 'ismi' yoktur, herkese
sıfatları ile seslenilir. Bunun sebebi olarak Saramago romanda 'kör olduğunuzda isimlerin artık hiçbir önemi yoktu' diyor. Belki de insanların özünü görmek ile alakalı da olabilir, romanda doktorun karısı
keşke bende kör olsaydı diyor bir yerde, kör olsaydım ve derinliği görebilseydim. Çünkü görmek aynı zamanda yargılamak demek, filmde yandaki koğuşta kendilerine yemek vermeyen adamın zenci olduğunu düşünen kişi, o sırada elini 
omuzuna dayadığı kişinin zenci olduğunu bilmemektedir. O yüzden romanın sonunda doktorun 'karısı biz zaten kördük' der. insanların, olayların özünü görmekten aczini belirterek.
 
Aynı zamanda hikayenin kahramanlarına isimleri ile değil sıfatları ile seslenilmesi ile 'körlüğün evrenselliği' vurgusu yapılmak da istenmiş olabilir. Bu vurguyu filmde daha 
belirgin olarak görebiliyoruz. Özellikle filmin ana kahramanlarının hepsi farklı ırklardan, yaşlardan ve cinslerden seçilmişler.

Karantinanın ilk günlerinden itibaren özellikle güvenlik güçlerinin nasıl 'kendi' halkından korktuklarına, bu korku nedeniyle onları gelişigüzel öldürmeyi hakları olarak gördüklerine şahit oluyoruz. Akıl hastanesinde karantinaya
alınarak kendi hallerine terkedilen körler, yemeklerini almak için bahçeye çıktıklarında dahi tehdit olarak algılanıyor ve sebebsiz yere öldürülüyorlar. Hatta bu korku öyle bir seviyeye gliyor ki,
hükümet tüm körlerin öldürülmesi gerekliliğini bile tartışmaya başlıyor. 

Karantinaya gelen körlerin sayısı arttıkça yiyecek paylaşımı ile ilgili adaletsizlikler doğmaya başlıyor. Bazı koğuşlar hakkından fazla yiyecek alırken, diğerleri aç kalıyor ve kimsenin gözü görmediği- doktorun karısı da gördüğünü 
söyleyemediği için hırsızların tespitini yapamıyorlar. Ama asıl sorun bir koğuşun kendini 'Kral' ilan etmesi ile başlıyor. Tüm yiyeceği kendilerine alıyorlar ve ancak değerli eşyalar ile ödeme yapılması karşılığında yiyecek vereceklerini 
söylüyorlar. Çünkü onun silahı var ve silah güç-oterite demek. (güç, Oterite, yozlaşma, despotizm, şiddet) Yani her toplumda olduğu gibi 
gücü elinde bulunduran kendini tek oterite ilan ediyor ve insanları sömürmeye başlıyor. İnsanların elindeki değerli eşyalar tükendiğinde ise, yiyecekleri seks karşılığında vereceklerini ve her koğuşun sırayla kadınlarını 
onlara yollaması gerektiğini söylüyorlar. Bu ilk bakışta asla kabul edilemeyecek ahlaksız bir teklif gibi gelsede, açlıktan ölmek/başkasının ölümüne seyirci kalmak-onurunu korumak ikileminde bırakıyor insanı. Ve sonuç olarak kadınlar bunu kabul ediyorlar.
ama birinci koğuşun kadınlarının gittikleri ilk gece, yüksek oranda bir vahşet, aşağılama ve sadizme tanılık ediyoruz. 'İncitme ve aşağılamanın dünya kurulduğundan bu yana varolduğu kimse için bir giz değildi, insanı şaşırtacak bir yanı da yoktu, hatta dünyanın bu tür davranışlarla başladığına
kuşku yok' 

Bu aynı zamanda insanın yapısında bulunan hayvani yönü de gösteriyor bize, başkaları tarafından görülmek aynı zamada yargılanmak demektir, 
ama kimsenin kendilerini göremeyeceğini/yargılayamayacağını düşünen körler her türlü insani vasıftan sıyrılıyorlar. 
İnsanın ne kadar kolay bir şekilde vahşileşebileceğini, ahlaki değerlerin ne kadar kaygan bir zemin üzerinde durduğunu ve insan denen canlının dünyada varolduğundan beri 
kurmakla övündüğü herşeyin (ahlak, siyaset, adalet vs) ne kadar kırılgan olduğunu gösteriyor. 

'...belkide herşey gerçek kimliğine körler dünyasında kavuşur, (....) Çünkü artık onları gören bir göz kalmamış olur.'

Bu gecenin sonunda birinci koğuştan bir kadın gördüğü şiddete dayanamayarak ölüyor ve bu artık doktorun karısı için kopuş noktası oluyor. Kocasına 
'neler görmek zorunda kaldığımı bilseydin, kör olmamı dilerdin.'diyen karısı ertesi gizli bir şekilde vicdansızlar koğuşuna gidiyor ve kendini kral 
ilan eden liderlerinin boğazını keserek öldürüyor. Doktorun karısı o güne kadar körler arasında kör taklidi yapmayı tercih ediyordu, ama 'gör'düklerine dayanamayacak noktaya 
geldiğinde artık 'kör' taklidi yapamayacağını farkediyor. Hikayenin 'gözleri gören' tek kişisi olan doktorun karısını aynı zamanda insani değerlerin savunucusu, yönlendirici, bir çeşit aydınlatıcı rolünde görüyoruz. Ama görmek aynı zamanda bedel ödemek
demek, sorumluluk almak acı çekmek demektir. O yüzden insanların geneli 'görmemeyi' tercih eder. Körlerin kurtuluşa giden yoluda doktorun karısının 'gördüklerine' dayanamayıp, kör gibi dvranmayı bırakması yani
vicdansızlar koğuşunun liderini öldürmesi ile başlıyor. 

'Korku bizi kör etmişti, şimdi aynı korku yüzünden körlüğümüz sürüp gidecek' syf 119

Filmin son bölümünde doktorun karısı ve koğuştaki arkadaşları hastanedeki isyan sonrası çıkan yangında nöbet tutan askerlerinde tesisi terkettiklerini farkederek hastaneden ayrılıyorlar. Çünkü, bize her ne kadar filmde gösterilmesede, herkes (devlet, ordu, halk) kör olmuş durumdadır. Kör olmayan birileri varsada körler tarafından 
yadsınmamak, belki saldırıya uğramamak belkide sorumluluk almamak için gördüklerini gizlemektedirler. Pek tabiki 'kör'ler arasında 'gören' olmak zordur. 

Hastaneden ayrılan kahramanlarımız doktor ve karısının evine yerleşiyorlar ve birgün ilk kör olan kişinin gözleri birden, hiçbir belirti vermeden görmeye başlıyor. Balkona çıkan doktorun karısı şehirdeki 'görebiliyorum' bağırışmalarını duyar ve anlarız ki artık herkes sırayla görmeye başlayacaktır.
Film boyunca mistik bir havası olan ve bilge rolü üstlenen tek gözü bantlı adam bize herkesin 'göreceğinin' müjdesini şu şekilde verir;

'Belkide hepimiz sırayla görmeye başlayacaktık. (....) Tekrar görebileceklerdi, bu defa gerçekten görebileceklerdi. Kim bu körlük örtüsüne tutunacak kadar ürkek olabilirdi ki..'

Bazen küçük bir topluluk, bazen koca bir devlet yada tüm dünya tamamen 'körlü'ğe saplanabilir, insanlık tarihi bunun örnekleri ile doludur. Ama gören bir kişi bile kalsa, o kişi sahip olduğu ışık ile tüm insanları tekrar aydınlatabilir, yeterki 'görmek'ten gördüğünü
söylemekten korkmasın....





16 Kasım 2015 Pazartesi

SOPHİE'NİN SEÇİMİ; GERÇEKLE-HAYAL, YAŞAMLA-ÖLÜM ARASINDA...



'Her seçim bir kaybediştir' der Pascal, 'Birini seçer diğerini kaybedersin, yada hiçbir şeyi seçmez, herşeyi kaybedersin.'
'Sophie'nin seçimi' filminin başkahramanı Sophie'nin hayatı; iki çoçuğu ile birlikte Auschwitz toplama kampına götürülüdüğünde, sadece bir çocuğunun
hayatta kalıp diğerinin öldürüleceği yada her ikisinin birden öldürüleceği seçimi karşısında, kızını ölüme gönderip oğlunu kurtarması ile şekilleniyor.
İnsanın hayatında öyle anlar vardır ki o anda yaptığımız 'seçim' sizi öldürebilir; ama daha da kötüsü bazen 'öldürmez' Sophie'de ölmüyor, kızını ölüme göndermesine rağmen, oğlunu da kurtaramıyor, ama kampta hayatta kalmayı ve kurtulmayı başarıyor.
İşte o zaman yaşamla-ölüm, geçmişle-gelecek, hayalle-gerçek arasında bir boşlukta hapsolup kalıyor. Böyle bir seçim yapmak, bir daha hiç seçim yapamamaktır. Ama hayat seçimlerden ibarettir, hatta ölmek bile bir seçim meselesidir çoğu zaman. seçim yapamayan
Sophie'de muğlak bir bir boşlukta takılı kalır.
Nazi subayının Sophie'yi karşı karşıya bıraktığı seçim, her ne kadar o sırada raslantısal olarka gerçekleşmiş gibi gözüksede aslında özellikle Nazilerin ama genelde bir çok işkencecinin uyguladığı bir işkence metodudur.
Nazi subayı kendi cinayetine, işkencesine vs. kurbanıda ortak ederek hem kendi ruh halini rahatlatmakta, hemde kurbanın direnci tamamen kırılmaktadır. Çünkü, kurbanın kendi moral ilkelerine, duygusal bağlarına ihanet etmeye zorlanması onu tamamen bir yıkıma sürükler; güven, bağ kurma, anlam verme gibi sistemlerinin tamamı çöker.
Artık böyle bir insana 'istediğinizi' yaptırmak, boyun eğdirmek çok kolaydır.
William Styronun cok satan romanindan uyarlanan 'Sophie'nin Secimi' filminde Polonyalı Sophie Zawistowski'yi canlandıran Meryl Streep, 120 dakika boyunca sergilediği inanılmaz bir performans ile 1982 yılında En İyi Kadın Oyuncu Oscarını almıştır. Kevin Klıne de sinemaya adım
attığı ilk film olmasına rağmen oyunculuğu ile akıllara kazınıyor. Film Spohie'nin öyküsünü genç bir yazarın ağzından bize aktarıyor; bu yazar ise Stingo.. Film genç yazar Stingo'nun yazar olmak ümidiyle güneyden Newyork'a gelmesiyle başlıyor. Yıl 1947'tir, ikinci dünya savaşının tam 2 yıl sonrası. Stingo Manhattan'a yerleşmek
için zar zor biriktirdiği parası ile Vetta'nın dışarıdan bakıldığında bir masal köşkünü andıran evinden bir oda kiralıyor. Bir süre sonra bu evin hayal alemini andıran yapısıyla üst komşuları Sophie ve Nathan'ın
sığınağı olduğunu farkedecektir. Önce Sophie ve Nathan'ın çılgınca sevişmelerine sonra aynı şiddete kavgalarına şahit oluyor. Nathan kıskançlık krizleri geçirmektedir.
Ertesi sabah eve geri dönen Nathan kendisini bekleyen Sophie'ye 'Görmüyormusun Sophie? Biz ölüyoruz' der. O zaman bu tutkulu ilişkinin doğasını daha iyi anlarız. Aralarındaki
cinsellik ve tutku aslında içlerindeki 'ölüm' duygusunun telafi edilme çabasıdır. Filmin sonunda Sophie İle sevişen Stingo'da benzer bir
anlatımda bulunur; Sophie için der, sevişmek 'şehevi bir suya dalmak, hatıra ve kahırlardan uçmak gibiydi. Herşeyin ötesinde şimdi anlıyorum ki çılgın bir safahat içinde ölümü geri püskürtmeye çalışmak gibiydi.'
edebiyat tarihin de cinsellik-aşk-ölüm bağlantısı sıkça işlenmiştir; mesela Japon edebiyatında bu konu ile ilgili çok çarpıcı örnekler bulunabilir.
Bu bağlantı bir çok kere 'dil'e de yansımıştır; Fransızlar  orgazm için 'la petite mort' derler, bu 'küçük ölüm' demektir, ama aslında orgazm kastedilerek kullanılır.
Stingo, kısa sürede çok yakın dost olduğu Sophie ve Nathan'ın bohem hayatlarının büyüsüne kapılmadan edemez. Ama onlarla vakit geçirdikçe,dışarıdan muhteşem gözüken bu çiftin, Nathan'ın paranoyak krizleri ve manik ruh halleri, kontrolsüz bir neşe ve öfke patlamaları arasında gidip gelmelerinin, 'ölüm isteğinin' yadsınma şekli olduğunu farkedecektir.
Geçmişin acısından kaçmaya çalışan Sophie ve Nathan, yaşadıkları güven, anlam yitimi dolayısıyla geleceğede bakamamaktadır. Bu nedenle hayallerin rengi olan bu pespembe evde bir faztezi dünyası içinde sonsuz bir şimdide takılıp kalmışlardır. İlk tanıştıklarında Nathan biyolog olduğunu, ünlü bir ilaç şirketinde dünyanın kaderini değiştirecek bir ilaç üzerinde çalıştığını anlatmıştır. Sophie ise ünlü bir profesör olduğu
ve nazi karşıtı propaganda yürüttüğü için, aynı zamanda babasının asistanı olan kocası ile birlikte öldürüldüklerini anlatır. Sophie'nin aslında inanmak istediği budur belkide. Sophie'nin Nathan'a olan koşulsuz bağlılığı, onun hayatını kurtarmasıyla ilgili abartılı algısı da babasının kişiliği ile bağlantılıdır. Ama gerçek olan babasının nazilerin 'imha' planını desteklediği ve bu konuda
bildiriler yazdığıdır. Babası ve kocası nazileri desteklemelerine rağmen Polonyalı oldukları için öldürülmekten kurtulamazlar. Aynı şekilde Sophie'de bu katliamlarda tüm sevdiklerini kaybeder, üstelik babası da bir gün bu katliamın kendisine de ulşacağına bilmeden
bu fikrin desekçisidir, yani aynı zamanda bir 'parçası'dır. Belkide o yüzden Sophie kafasında nazi karşıtı bir baba hayaline tutunur, çocukluğunun ne kadar güzel, babasının ne kadar muhteşem
olduğunu anlatır hep. Çünkü yalanlara inanmak, gerçeklere katlanmaktan daha kolaydır çoğu zaman. Sophie kocası ve babası öldürüldükten sonra, belkide babasının yaptıklarını teleaif etmek amacıyla, nazilere karşı olan bir direniş
örgütünden bir sevgilisi olur, ama o da gestepo tarafından öldürülür. Sonuçta Sophie'de komunist olmak suçlaması ile çocukları ile birlikte tutuklanır. Sophie oteriter, soğuk ve mesafeli babası sayesinde bir çok dil öğrenmiştir, bu da onu kampta ayrıcalıklı biri haline getirir.
Bir Nazi subayının sekreteri olur, oğlunu kurtarmak için Nazi subayı ile yakınlaşmayı dener, ama başaramaz. Ayrıca direniş örgütünün subayın evinden çalmasını istediği radyoyuda çalamaz. Sonuç olarak Sophie, kampta insanlar çok zor koşullar altında işkence görürken daha ayrıcalıklı olmaktan, kızının ölümüne sebap olmalarına rağmen oğlunu kurtarmak için nazi subayı
ile yakınlaşmaktan, kızı ve oğlu ile birlikte ölüme gidememekten ve daha bir çok şeydene doğan suçluluk duyguna hapsolup kalır. Nat
Zaman geçtikçe Stingo'da yeni dostları ile ilgili gerçeklerle yüz yüze kalır, Nathan'ın aslında bir paranoid şizofren olduğunu, Sophie'nın ise kendisini kurtardığını düşündüğü Nathan'a olan bağlılığının aşktan farklı bir yapısı olduğunu
farkeder. Nathan bir yahudi, özellikle de Nazileri takıntı haline getirmiş bir paranoid şizofren; Sophie için Nathan kampta yaşadıkları ile belki çocukları ile 'bağ' anlamını taşıyor, özellikle onca insan kurtulurken kendisi hayatta kaldığı için pişmanlık
duyan Sophie için Nathan bir tür 'kefalet', aynı zamanda da 'ölüm' demektir. Nathan ile birlikte olmak Sophie için mazoşist bir anlam taşımaktadır; kamptaki yahudilere yardım edemeyen, daha rahat koşullarda yaşayarak belkide onlara ihanet eden Sophie, Nathan'ın sürekli olarak onu cezalandırmasına
izin vererek bu kefaleti ödemektedir.
Filmin final kısmında ise, Nathan'ın geçirdiği son kıskançlık krizi sonrası Stingo ile Sophie daha güvenli olması için otele giderler. Burada Stingo'nun Sophie'ya aşkını ilan etmesi üzerine Sophie kendisi ile ilgili tüm gerçeği anlatır ve geçirdikleri geceden sonra bir mektup
bırakarak Nathan'a döner. Daha evvel hiç kimseye yaşadıklarını anlatmamış olan Sophie, yaşadıklarını 'söz' e döktükçe onlarla yüzleşmek zorunda kalır. Çünkü söze dökmek, o şeyi 'somut' kılmaktır, 'gerçek' kılmaktır. Ve Sophie buna dayanamaz.  Sophie'ya yı aramak için birlikte yaşadıkları evlerine dönen Stingo, Nathan ile birlikte Sophie'nın birbirlerine sarılmış cedetlerini bulur. Birlikte intihar eden çift, Stingo için büyük bir üzüntü yaratır ama şaşkınlık yaratmaz. Çünkü zaten hayatın her saniyesini
tüketircesine yaşayan çiftin aslında 'ölüm' e dönük olan yüzleri açıkça görülmektedir.


HANDE TEYMUR

15 Kasım 2015 Pazar

Otomatik Portakal'ın Düşündürdükleri

Otomatik Portakal filmi Anthony Burgess'in 1961 yılında yayınlanan aynı adlı distopik romanından 1971 yılında ABD-İngiliz ortak yapımı olarak Stanley Kubrick tarafından sinemaya aktarılmıştır. Aradan geçen 44 seneye rağmen popüleritesini yitirmeyen film; gerek verdiği toplumsal ve bireysel mesajlar, gerekse Kubrick'in mükemmel sinema tekniği içersinde harmanlayarak her ayrıntısını özel olarak planladığı sahneleri ile Otomatik Portakal futuristik bir başyapıttır.


Otomatik Portakal (A Clockwork Orange) ismini seyircinin/okurun nasıl yorumuna bırakmadan kendisi açıklamıştır;'Cockney dilinde (İngiliz argosu) bir deyiş vardır. "Uqueer as as clockwork orange". Bu deyiş, olabilecek en yüksek derecede gariplikleri barındıran kişi anlamına gelir. Bu çok sevdiğim lafı, yıllarca bir kitap başlığında kullanmayı düşünmüşümdür. Bir de tabii Malezya'da "canlı" anlamına gelen "orang" sözcüğü var. Kitabı yazmaya başladığımda, rengi ve hoş bir kokusu olan bir meyvenin kullanıldığı bu deyişin, tam da benim anlatmak istediğim duruma, Pavlov kanunlarının uygulanmasına dayalı bir hikâyeye çok iyi oturduğunu düşündüm...' Kitabı yazma amacı için ise
'Tüm hayvanların en zekisi, iyiliğin ne demek olduğunu bilen insanoğluna bir baskı yöntemi uygulayarak onu otomatik işleyen bir makine haline getirenlere kılıç kadar keskin olan kalemimle saldırmaktan başka hiçbir şey yapamıyorum...' demektedir.



Burgess'in apokaliptik bir zamanve mekannda geçen hikayesi, Kubrick'in kendine özgü çekim teknikleri,mekanları, kostümleri, müzikleri, makyajları ile izlediğiniz süre boyunca bir rüyada olduğunuz ve bilinçaltının karanlık
dehlizlerinde dolaştığınız izlenimini uyandırıyor. İlk sahne kırmızı bir fon ile açılıyor ve ardından mavi ardından tekrar ve mavi bir fon tüm ekranı kaplıyor. Bu giriş daha il dakikadan bize yönetmenin
film boyunca izleyeceği yolu gösterir aslında. Kubrick zıtlıkları bir arada kullanma tekniğini hem gerilimi arttırmak için, hem iyi/kötü, suçlu/suçsuz, kavramlarının göreceliğini göstermek için hemde ironi yaratmak
için kullanacaktır. Kırmızı psikolojik anlamda uzun süre izlendiğinde insanda gerlim yaratan kısa sürede ise dikkati üzerine çeken bir renktir. Sıcak bir renk olan kırmızının tahrik ve teşvik edici bir
özelliği vardır, cinsel içerikli filmlerde özellikle kullanılır. Kırmızı seksin, savaşın, şiddetin, kanın rengidir. Mavi ise durgunluğu, huzuru ve aynı zamanda oteriteyi temsil eder. daha ilk sahnede karşımıza konan bu

Ardından gelen ilk sahnede ise siyah bir fonun önünde anti- kahramanımız Alex in yüzünün yakın çekimi ile başlar. Tek gözünde uzun takma kirpikleri diğer gözünde hiç kirğik olmayışı, korkutucu bakışları,
siyah fonun önünde içitği süt (siyah/beyaz zıtlığı) ile Alex'in dengesiz yapısı bize hissettirilmiş olur. Kamera Alex'den uzaklaşmaya başlayıp mekanın genelini görmeye başladığımızda ise Çeteninin geri kalan üç üyesi
ile tanışırız. Alex de dahil tüm çete üyeleri tamamen beyaz kıyafetler giymektedirler, hepsi aynı renk (siyah) ama farlı tarzlarda şapkalar takmaktadır. Şapkalardaki bu fark çete içersindeki hiyerarşiyi belirtmek için olabilir.
Sözlü olarak kabul etmeselerde çetelerinde daha girişken olan, olayları yönlendiren kişi Alex dir. Kamera açısını genişlettikçe mekanın ayrıntılarını da görmeye başlıyoruz. Mekan kahramanlarımızın içinde görünmez olabileceği
şekilde bembeyaz, her yerde çıplak kadın figürlerinden masa-sandalye ve süt muslukları bulunmakta. Alex İn çete üyeleri sınıfsal, cinsel, dinsel yada etnik herhangi bir ayrım gözetmeden
insanlara uyguladıkları şiddet eylemleri (hırsızlık, darp, tecavüz) öncesi buraya (Korova Milk Bar) gelerek içine özel uyuşturucular katılmış sütlerini içmektedirler. Alex in tabiri
ile bu 'zengin süt' onları 'kışkırtır' ve her türlü şiddet eylemine hazır hale getirir. Anti-kahramanlarımızın zengin sütleri korova bardaki çıplak kadın figürü şeklinde tasarlanmış süt makinelerinin
göğüslerinden akmaktadır. Yani şiddetin kışkırtıcı 'süt', kaynağı kadın-anne figürü olarak düşünülebilir. Çünkü aynı zamanda burası onların her türlü eylemden sonra döndükleri yer, görünmez olabildikleri bir
çeşit güvenli alan.

Alex ve çetesinin şehirdeki diğer çetelerden biri ile karşılaştıkları sahne ise filmin en etkileyici sahnelerinden biri. Kamera ilkin bize çiçekli bir tavan süslemesini gösterir, o sırada -zaten filmin başından beri olduğu gib-
fonda klasik müzik çalmaktadır, kamera yavaş yavaş aşağı kaymaya başladığında buranın terk edilmiş bir tiyatro olduğunu farkederiz. Her yer yıkık döküktür, -savaş alanı, çöplük gibi- ve yine başka bir çete olduğunu anladığımız dört
kişi kareografik figürler eşliğinde bir kadına tecavüz etmektedir. Sanatın güzelliği ile gerçek hayatın çirkinliğinin aynı karede gösterilmesi çok sarsıcı bir etki yaratmıştır.
Filmin ilk dakikasından itibaren etkili olan arka plandaki müziğin filmin dramatik kurgusu üzerindeki etkisini bu sahnede çok belirgin bir şekilde görürüz. :ete üyelerinin kareografi eşliğinde tacavüz ettikleri
sahne boyunca çalan Rossini'nin hırsız saksağan uvertürü dür. Bu parçanın hafif ve yumuşak yapısı ile tecavüz eyleminin vahşetinin tezatlığı etkileyiciliğin esas öğelerinden biridir. Müzik aynı zamanda anti-kahramanımız Alex in hayatında da
Bu sahnede başka bir parça çalıyor olsaydı kesinlikle aynı etkiyi yaratmazdı.

Alex ve arkadaşları, diğer çete üyeleri ile terkedilmiş tiyatroda kavga ettikten sonraki sahnelerde kapısında 'Home' yazılı olan bir evi basarlar. Bu evde yaşayan yazarı
darp eder ve karısına yazarın gözü önünde tecavüz ederler. Gecenin bitişinden sonra Alex artık evine dönerken kamera bize ilerlediği sokakları gösterir. Meydanlarda insanlar
yoktur, hepsi korkudan evlerine sığınmışlardır, tüm sokaklar savaş alanı gibidir, her yer çer-çöp içindedir. Aynı Tablo bir kaç sahne önceki terk edilmiş tiyatro sahnesinde de vardır,
kamusal mekanlar yok olmuştur, çünkü kamu yok olmuştur. alexin oturduğu apartmanda aynı şekilde yıkık döküktür, asansörü bozuktur, duvarlar pornografik resimler çizilmiştir. Bu sahnelerin tamamı zihnimizde yazarın yarattığı
distopik dünyanın hatlarını belirginleştirir.

Alex in yaşadığı eve göz attığımızda burada da dışardaki dünyada olduğu gibi bir kaosun söz konusu olduğunu görürüz. farklı renklerde karışık bir çok obje, faklı renkler
duvarlar (mavi-kırmızı, ve değişik renklerde) ve bir 'ev' 'yuva' olmaktan çok uzak bir yapaylık göze çarpmaktadır. Bu yapaylık sadece mekanlarda değil insanların dvaranışlarında, konuşmalarında da çok açık bir şekilde
vurgulanmaktadır film boyunca. Alex in kişiliği ile tezat oluşturacak bir şekilde evin en sade odası ona aittir, bu oda ise şifreli bir kilit diğer odalardan ayrılmaktadır. Bu kilit Alex'İn ortamdan yalıtılmışlığının
bir ifadesidir. Müziğe, özellikle Beethoven'e olan tutkusu bu sahnelerde artık iyice belirginleşir. Yazarın Alex i bize aynı zamanda güzel konuşmayı bilen, bir centilmen gibi davranabilen ve aynı zamanda klasik müzik hayranı
biri olarak göstermesi bir çeşit ambivalans yaratma isteği olabilir.

Alexin odasında dikkat çeken diğer ayrıntılar ise çekmecesinde beslediği yılanı Basil (film boyunca değer verdiği tek canlı gibi gözüküyor), duvarda asılı duran ve Alex i
sürekli yargılıyormuş edasıyla bakan Beethoven posteri ve klasik müzik dinlemeyi çok sevdiği müzik çaları..

Alex ve çetesi büyük bir vurgun yapma hevesiyle girdikleri yaşlı bir kadının evinde polis baskınına uğruyorlar ve o güne kadar Alex in liderlik iddiasından pek de memnun olmayan arkadaşları
onu tuzağa düşürüp yakalanmasına sebep oluyor. Alex yaşlı kadının evinde iken dikkatimizi çeken noktalar; duvarlardaki çıplak kadın tabloları (ki bu tabloları Kubrick özel olarak
eşine çizdirmiş), erekte olmuş penis heykeli ve Beethowen heykelciği. Sahnenin finalinde yaşlı kadın Alex'e Bethoven heykelciği ile saldırırken Alex ise penis heykeli ile
saldrarak onu öldürüyor. (Bethowen- kayıp baba figürü- oedipus kompleksi ?) Bu noktadan sonra filmin ikinci bölümü başlıyor diyebiliriz. Bundan sonra; derin bir devlet eleştirisi, özgür irade nedir, iyi- kötü nrdir?,
vs. tartışılmaya açılıyor. Alex polis tarafından yakalanana kadar onun toplum üzerine uyguladığı şiddeti seyreder iken bu noktadan sonra toplumun-devletin Alex üzerine uyguladığı şiddeti
seyretmeye başlıyoruz. Bu durum toplumsal ve vicdani anlamda bir çok soru ile seyirciyi karşı karşıya bırakıyor; suçu her ne olursa devletin yada devletin her hangi bir organının bireye fiziksel yada
psikolojik şiddet uygulama hakkı olabilir mi, özgür irade sorunsalı, yani iyi ile kötü arasında seçim hakkı kalmamış olan biri iyi biri insan sayılabilir mi?, iyi-kötü nedir? toplumun-devletin belirlediği normlara göre
yaşayan her bireyi iyi deyip, yaşamayanları her hangi bir şekilde 'kalıba' sokma hakkımız var mı?...

Alex yargılanıp hapishaneye gönderildikten sonra daha ilk girişte, katı devlet bürokrasine, ceza sisteminin yetersizliğine, gücü elinde bulunduranların yozlaşmalarına oterite-itaat,
kavramlarına dair katı eleştiler görüyoruz. Lakin dışarıdayken her türlü suçtan büyük keyif alan Alex in hapisahane yaşantısı boyunca oterite karşısında çok itaatkar bir tablo
çizdiğini, klise çalışmalarına katıldığı, incil okuduğuna şahit oluyoruz. Yani Alex iyi (!) oluyor, lakin aslında incili dahi okurken kendini İsa ile değil İsa ya işkence yapan
romaılar ile özdeşleştirmekten zevk alıyor. Yani alex in iyiliği aslında cezaya karşı boyun eğme, acıdan kaçma, yada ödüle koşma. (Aslında aynen dinlerde olduğu gibi
cenenete gitmek için yapmanız gerekenler, cehenneme gitmek için yapmamanız gerekenler vardır ve bu ödül-ceza sistemidir. dinler sizi bir şekilde ödüllendirme yada cezalandırma korkusu ile çizgide tutmaya
çalışır, ama bu bireyi iyi insan yapar mı?) Alex sadece hapisten çıkabilmek için 'iyi' insan oluyor, kalıba uyuyor. İç İşleri bakanı hapishaneyi ziyarete geldiği sahne de bu vurguyu çok açıkça görüyoruz;
kamera geniş açı ile çekim yaptığında aslında bakanın yürüdüğü koridor hapishaneden çok bir manastır görüntüsü uyandıyor bizde. Bakanın girdiği hücre ise rahiplerin kaldıkları odaları andırıyor.

Alex in hapishane de olduğu dönemde özellikle bir Nazi dönemi eleştirisi görüyoruz. (ama nazilere yapılan eleştiden daha çok bireyi yok sayan ve gücü elinde tutan herkese yapılan bir atıf gibi duruyor; mesela terkedilmiş tiyatroda geç kıza tecavüz
eden çetenin kostümleri nazi dönemi kostümlerine benziyordu, hapishane gardiyanının davranış ve konuşmaları hitlere benzetilmişvs..) İnsanları kitleleştimeye bireyselliği öldürmeye şiddet uygulamaya çalışan herkese yapılan bir hakaret gigib nazi
atfı.. Alex hapishanede iyi davranışları dolayısıyla Ludovico tekniğine uygun görülüyor ve bir merkeze sevk ediliyor. bu merkezde ona şiddet ve şiddete dayalı cindel eylemlerden nefret etmesini
sağlayan bir ialç veriliyor ve o sırada vahşet görüntüleri izlettiriliyor. bunu karşılığında ise özgürlüğünü geri kazanıyor. ama hapishaneden çıktığında tamamen savumasız durumda oluyor, çünkü içişleri bakanının tabiriyle iyi bir yurttaş olarak kendisine
tokat atıldığında bile karşılık vermek isterse eğer hastalanıyor. ayrıca bu tedavi sırasında vahşet görüntüleri izlettirilirken beethovenn dinlediği için artık dinleyemiyor ve aynı şekilde hastaklanıyor. Alex hapisten çıktığında ilk hayal kırıklığını yaşıyor, evine gidiyor
ve ailesinin onun odasını başka birine kiraladığını, aslında aşlesinin ondan çoktan vazgeçtiğini onsuz çok mutlu olduklarını görüyor. Eşyaları develet tarafından satılmış, odası başka birine kiralanmış, eve taşınan kişi annesine 'anne' dememkte, ve ailesi onu istememektedir.
evden ayrılıyor ve sokağa çıktığında geçmişte çetesi ile birlikte dövdükleri bir dilenci para istenmek için yanına geldiğinde onu tanıyor ve dilenci arkadaşları ile birlikte onu dövüyor. çünkü alex karşı koyamıyor. alexi kurtarmaya
gelen polisler ise eskiden birlikte sokakları kana buladıkları çete arkadaşları. yani devlet kontrolsüz şiddeti alarak kendi şiddeti haline getirmiş. arkadaşları alexi ıssız bir ormana götürüp orada darp ediyor ve perişan haldeki
alexin sığındığı yer'home'. yani geçmişte evini basarak karısına tecavüz ettiği yazarın evi. ilk başta evi anımsayamayan alex daha sonrayazarı anımsıyor, yazar onu tanıdığında ise alexi bayıltarak bir odaya kapatıyor ve zorla beethovenin
9. senfonisini dinletiyor. buna dayanamayan alex camdan atlayarak intihar ediyor. bu noktada da bir problem ile karşı karşıya kalıyoruz. Yazar aslında Ludovico programına karşı ve bu konuda devlete karşı çalışma yürütüyor, yani bireye uygulanan şiddete, suçluda olsa suşu her ne olursa olsun karşı biri. Lakin alex ile karşılaştığında karısına tecavüz eden adam ile karşılaştığında, kendisi şiddet eyleminde bulunmaktan geri kalmıyor. Yazar burada insan doğasının kaotik yönlerinden birini sorguluyor ama bir sonuca ulaşmıyor.

Alex'in intiharı başarısızlıkla sonuçlanıyor ve ağır şekilde yaralanıyor. Sonuç olarak Alexin intihar etmiş olması devletin ludovico uygulaması için kamuoyunda tepkilere yol açıyor, bu nedenle hükümet Alex'i hastanede çok iyi bir şekilde bakıyor, yapılan deney için tedavi ediyor, bu olayın tüm sorumluluğunu yazara yüklüyor.  çok iyi bir iş ve maaş vaadi Karşılığında ise Alex kendisine işkence eden Hükümet'in saflarına geçmekte tereddüt etmiyor. Filmin son sahnesinde ise anti kahramanımızın kurduğu erotik hayalden artık tamamen iyileştiğini anlıyoruz. Seyirci olarak bu noktada da bir çok çelişkili duygu işe karşı karşıya kalıyoruz; Alex'in işlediği suçlar, sonra devlet eliyle çektiği acı ve şimdi tekrar iyileşmesi bizi sevindirmeli mi, acı çekmiş olması onu affettirir mi, tekrar yapmayacağı anlamına gelir mi? Alex'in karısına tecavüz ettiği ve Ölümüne sebep olduğu yazar Alex'e işkence ettiği için (ama aslında devlete mualif olduğu için ) tutuklanıyor, filmin başında Alex'in mağduru olarak gördüğümüz yaZar ikinci bölümde ona işkence eden kişi olarak karşımıza çıkıyor, vicdanımız bunu bir Şekilde haklı bulurken aklımız şiddetin hiçbir şeklini onaylamıyor. İşin devlet-otorite boyutuna gelince ise devletin her durumda kendini bir aklayanildiğini görüyoruz. Film başlangıcından bitişine her sahnesi ile insanın içindeki-yaşadığı dünyadaki karmaşaya karanlık bir bakış açısı getiriyor.
Filmin insanda uyandırdığı birçok duygu ve düşünce var ama film bittiğinde benim Aklımda Einstein in "Eğer insanlar sadece cezalandırılmaktan korktukları yada ödüllendirilmeyi umut ettikleri için iyi kalpliler ise o halde gerçekten acınacak haldeyiz" vardı.

Hande Teymur

14 Kasım 2015 Cumartesi

KIRMIZI PAZARTESİ YADA BİR NAMUS CİNAYETİNİN ANATOMİSİ

Kırmızı Pazartesi, herkesin işleneceğini bildiği ama -kendisine göre haklı sebeplerle- engel olmadığı, bu nedenle aslında herkesin birlikte işlediği bir cinayetin hikayesini anlatıyor bize. Hikaye kitabın yazarı Gabriel Garcia Marguez'in doğduğu yer olan Kolombiya'da geçiyor, yazar bu
hikayeyi çocukken şahit olduğu bir cinayetten yola çıkarak yazmış. 'Kırmızı Pazartesi' Marguez'e 1982 Nobel Edebiyat ödülünü kazandırdı.
Kitabın konusu; Santiago Nasar'ın, Pablo ve Pedro Vicario kardeşler tarafından göz göre göre öldürülmesidir. Cinayete kurban giden Santiago Nasar daha 20'li yaşlarının başında, yakışıklı, zengin, babasının ölümünden sonra onun işlerini devralmış, sorumluluk sahibi,
bir gençtir. Kasabaya bir süre önce gelen oldukça zengin bir adam olan  Bayardo San Roman aynı zamanda Santiago'nun da uzaktan akrabası olan Angela Vicario ile evlenmek ister. Angela
her ne kadar bu evliliği istemese de kararı ailesi verir ve o da karara itiraz etmez. Düğün gecesi gelinin bakire çıkmaması üzerine, damat gelini baba
evine geri götürür. Ailesi tarafından iyice baskı gören Angela bunu kendisine yapan kişinin Santiago olduğunu söyler ve Angela'nın ikiz erkek kardeşleri Pablo ve Pedro Vicario
namuslarını temizlemek için Santiago'yu öldürmeye karar verirler.
Yazar daha hikayenin en başında katilinde, kurbanında, hatta cinayetin işleneceği yerinde, zamanında bilgilerini verir. Zaten hikayenin ana fikri de budur, bu ayrıntıları aslında
tüm kasaba bilmektedir, ama rahip, belediye başkanı, güvenlik memuru da dahil olmak üzere hiç kimse cinayeti engellemek için somut bir adım atmaz. Hatta kimsenin aklına Santiago'yu
uyarmak dahi gelmez. Bazıları onu bu olayda suçlu buldukları için, bazıları sadece onu sevmedikleri için, bazıları olaya bulaşmamak, bazıları ise bu kadar aleni bir şekilde
ortada olan bir olayın gerçekleşeceğine inanmadıkları için Santiago'yu kurtarma girişiminde bulunmazlar. Ama onların bu umursamazlığı sadece Santiago'yu kurban yapmakla kalmaz, aynı
zamanda ikiz kardeşler Pablo ve Pedro'yu da katil yapar. Çünkü Pablo ve Pedro'da aslında en başından beri herkese Santiago'yu öldüreceklerini söyleyerek, birisinin onları durdurması için avaz avaz
bağırmaktadırlar. Onların bu çığlıklarını duyan herkes duymamazlıktan gelir. Santiago'yu gerçekten umursayanlar dahi bir başkasının müdahil olmasını, Santiago'yu uyarmasını bekler ama kendisi harekete geçmez.
Bir tiyatro seyreder gibi başından sonuna kadar tüm cinayeti seyretmeyi tercih ederler.
''Limandan dönmekte olan insanlar, bağırışmalardan teleşlanarak, cinayete tanık olabilmek amacıyla meydandaki yerlerini almaya başlamışlardı'' (Kırmızı Pazartesi syf.97)

Pablo ve Pedro hikayede katildir, ama aslında onlarda aynı toplumun kurbanıdır. Görerek, duyarak, ama konuşmayarak, harekete geçmeyerek
Santiago'nun ölümüne neden olan toplum, 'bekaret', 'namus', 'namusunu temizlemelisin', gibi ataerkil söylemlerle Pablo ve Pedro'nun üzerinde baskı oluşturarak
katil olmasına sebep olmuştur.
'Kasaba halkının çok büyük bir çoğunluğu için (...) Trajedinin öteki kahramanlarının hayatın kendilerine uygun gördüğü rolleri ağırbaşlılıkla, birazda soylulukla oynadıkları kanısındaydılar.
Santiago Nasar, yaptığı kötülüğün kefaletini ödemiş, Vicario kardeşler erkekliklerini kanıtlamışlardı, aldatılan kız kardeş de namusunu yeniden kazanmıştı.' (Kırmızı Pazartesi Syf: 76)
Üstelik hiçkimse hatta olayı araştıran adli makamlar bile hiç bir zaman Santiago'nun bu olayda suçlu (!) olup olmadığını öğrenemezler. (Zaten ortada bir suç varmıdır, varsa kimseyi ilgilendirir mi, namus nedir,
evlilik nedir, adalet sağlanabilir mi? gibi bir çok soru sorulabilir bu hikayeyi okurken.) Çünkü Angela Santiago'yu suçlar, ama ortada hiçbir somut delil yoktur, hiçbir zaman yanyana geldikleri bile görülmemiştir, yada o güne kadar Santiago'nun Angela'ya bir ilgisi olduğu
farkedilmemiştir. Genel kanı Angela'nın gerçeke aşık olduğu bir adamı korumak için Santiago'nun adını verdiği yönündedir. Buna rağmen ortada bir suç (!) vardır, bir namussuzluk (!) vardır, bir kurban verilmelidir. Ve Santiago,
Angela'nın ağzından çıkan ilk isim olduğu için, sorgusuz-sualsiz olarak kurban olarak seçilir.
Kırmızı Pazartesi, cinayetin işlendiği zamanda daha çocuk olan, yıllar sonra bu olayı araştırmak için kasabaya gelip olayın tanıkları ile röportaj yapan birinin gözüyle anlatılır. Marguez'in kullandığı bu anlatım sekli sayesinde biz okuyucularda
olay öncesi ve sonrası yaşananları kasabadaki herkesin 'kendi' gözünden görmüş oluyoruz. Bir diğer ayrıntı ise Marguez'in cinayeti anlattırdığı herkese 'o gün hava nasıldı?' diye sorması... Bu soruyla karşı karşıya kalanların tamamı birbirinden farklı yanıtlar veriyor; bazıları
o gün havanın güneşli olduğunu, bazıları yağmur yağdığını, bazıları bulutlu olduğunu söylüyor ve en önemlisi hepside söylediklerinin doğru olduğundan oldukça emin. Bu noktada insanın hafızasının
nasılda yanıltıcı olduğunu, anılarımızın ve yargılarımızın bir çok dış etkenden nasıl etkilendiğini, bizim ise buna rağmen tüm yargılarımızı, sanki çok güvenilirmiş gibi
bu temele dayandırdığımızı görüyoruz.
Cinayetin işlendiği bölüm kitabın en etlileyici kısmını oluşturuyor. Santiago'nun piskaposun ziyareti için limana gittiği, nişanlısının evine gittiği ve öldürüldüğü yer olan
evinin önüne geldiği ana kadar sanki bir çok raslantı bu cinayetin işlenmesinde etkili olmuş gibi gözükmektedir. Ama hangi 'olay'da geçmişe doğru yaşananların izini sürsek, sanki bir çok
raslantı o olayın oluşumunu hazırlamış izlenimini bırakır. Bu raslantıların hiçbiri asla o olayın oluşumunda asıl etken olamaz. Aksini kabul etmek 'kaderci' bir bakış açısı olur. Bu kaderci bakış açısı
insanların vicdanı rahatlatmak; 'her ne yaparsak yapalım zaten olcaktı' diyebilmeleri için yada üzüntülerini azaltmak için; 'yazgısı buymuş' deyip kabullenmek için etkili olabilir ama gerçeklikten
oldukça uzaktır. Sonuç olarak her ne kadar bir çok raslantı Santiago'yu öldürüldüğü noktaya götürmüş olsada, kasabadaki insanlar cinayeti engellemek istese raslantıların hiçbir önemi kalmazdı.
Santiago nişanlısının evinden çıkmak üzere iken, nişanlısının babasından ikizlerin kendisini öldürmek için beklediğini öğrenir. Ama belki kendisinin suçsuz olduğunu ispatlamak için, belkide
kendiside bu cinayetin işleneceğine inanmadığı için saklanmayı reddeder ve evine doğru yola çıkar. Ama sonuç olarak ikiz kardeşler Pablo ve Pedro, Santiago'yu evinin önünde
onlarca bıçak darbesi ile vahşice öldürürler. Aldığı bıçak darbeleri dolayısıyla bağırsakları bedeninin dışına çıkmış olan Santiago; bağırsaklarını yerden toplar, son bir
güçle arka kapıdan eve girer ve mutfakta yere yığılır. O sırada dışarıda olanlardan habersiz olarak yemek yapmakta olan Wena Hala ona 'Ne Olduğunu' sorar. Santiago ise kitap boyunca
en etlileyici olan cümleyi kurar; 'Beni öldürdüler' der. Bu cümle okuduğunuz an ruhunuzun derinliklerine kadar işlemektedir. Sanki bir ölünün herkesten hesap sorması, ölümünü engellemeyen herkese karşı serzenişi,
aynı kasabada yaşadığı arkadaşları tarafından öldürülmesini karşı hayal kırıklığı gibi..
Ölümümden sonra olanlar ise okuyucu olarak vicdanımızı daha da rahatsız ediyor. Kasaba doktoru izinli olduğu için Santiago'nun otopsisini pedere yaptırıyorlar, otopsi en az cinayet kadar
vahşice yapılıyor. Peder dahi otopsi için 'Sanki onu öldürdükten sonra tekrar öldürmüştük' diyor. Bedeni otopside iyice dağılan, hatta iç organları çöpe atılan Santiago acele ile gömülüyor.
İkiz kardeşlerin ise cinayet sonrası rahat ettirilmeleri, kasaba halkından tepki görmemeleri üstüne üstlük namus cinayeti olduğu gerekçesiyle mahkemede meşru müdafaa indirimi almaları aslında toplumun tüm mekanizmaları
ile bezen açıkça bazen gizli aslında bu cinayeti onayladığını gösteriyor. Zaten Pablo Ve Pedro kardeşlerde '“Onu bilinçli olarak öldürdük, ama biz masumuz. Tanrı katında da, insanların gözünde de. Bu bir namus sorunuydu.”
diyerek bu anlayışı ortaya koymuşlardır.  Kitabın sonunda hikayenin kahramanlarının bugünkü durumlarına baktığımızda da, Angelica'nın düğünden sonra kasabayı terkeden ama yıllar sonra tekrar dönen kocasına aşık olduğu ve tekrar
birlikte olduklarını, ikizlerin hapisten çıkıp evlendiklerini, hatta dışarıda iken tedavi edilemeyen ve çok acı çektikleri hastalıklarının hapishanede tedavi edildiğini görüyoruz ve 'adalet' duygumuz ister istemez sarsılıyor.


Hande Teymur

HAYVAN ÇİFTLİĞİ:BİR PERİ MASALI


Orwell'in 1945 yılında kaleme aldığı Hayvan Çiftliği, 1984 romanında olduğu gibi alegorik bir anlatım tarzına sahiptir.
Kitap, bazı kesimlerce komünizme yöneltilmiş en güçlü eleştirilerden biri olarak sayılmış hatta ABD’de gençleri “komünizm tehlikesine”
karşı bilinçlendirmek için liselerin okuma izlencelerine alınmıştır. Hayvan Çiftliği'nin sadece bir komunizm eleştirisi yada Stalin taşlaması
olduğunu kabul etmek kitabın özünün anlaşılmasını engelleyecektir, aslında Orwell totalitarizmin çok kapsamlı bir eleştirisini yapmıştır. konusu, karakterlerin belirlenişi,konunun işlenişi
açılarından bakıldığında Hayvan Çiftliği, Orwell'in büyük eseri 1984'ün ön hazırlığı niteliğindedir. Kitaptaki her karakter aslında toplumun belli bir kesimini temsil etmektedir. Koyunlar, köpekler, Napolyon (diktatör), güçlü
ve neredeyse çiftlikteki her işi yüklenen at (işçi sınıfı).... Bu açıdan bakıldığında aslında kitap totaliter her topluma rahatlıkla yöneltilebilecek bir eleştiriyi içermektedir.
'İktidar yozlaşır; mutla oterite mutlak yozlaşır' diyen Lord Acton'un sözü tamda bu hikayede çok basit ama çok çarpıcı bir dille anlatılmıştır. Evet, her iktidar mutlak yozlaşır, çünkü zaten iktidarın yapısında yozlaşma eğilimi vardır.
Ama 'mutlak oterite mutlak yozlaşır' Mutlak oterite sınırsız olan oteritedir ve böyle bir gücün yozlaşmaması mümkün değildir. O yüzden insanaların yönetime kimin gelip
kimin gelmeyeceğinden daha çok, oteritenin sınırları ile ilgilenmeleri gerekmektedir. Aksi takdirde her seçilenin bir süre sonra diktatöre dönüşmesi kaçınılmazdır.
Kitabın sinema uyarlaması ise iki kez yapılmıştır; animasyon filmi olarak çekilen ilk uyarlama !954 yılında vizyona girmiş ama film çekilirken konusunun CIA tarafından
değiştirildiği, hatta bütçesinin bir kısmınında karşılandığı iddia edilmiştir. İkinci ve orjinal kitaba sağdık kalınarak yapılan uyarlama ise 1999 yılında filme çekilmiştir.
Filmin hikayesi Manor çiftliğinin sahibi Bay Jermans'ın gece her zamankinden geç gelmesi ve hayvanlara yemlerini vermeyi unutması ile başlar. Çiflik zaten uzun zamandır sefalet içindedir,
hayvanlar çok az yemle-çok zor koşullar altında yaşamaya çalışıyorlardır. (Kitaba sosyalizm eleştiri olarak bakarsak eğer çiftlik sahibi Bay Jones'un Rus Çarı
2. Nikolay' ı temsil ettiği görülmektedir.) Çiftliğin en yaşlı domuzu ve en çok saygı duyulan hayvanı olan Koca Reis çiftlik sahibi uyuduktan sonra tüm hayvanları toplantıya
çağırır. Koca Reis o gece hayvanlara, insanlar tarafından emeklerinin sömürülmediği, bütün hayvanların eşit olduğu (sınıf ayrımı yok) ve özgür bir dünya tasarımı sunar. Bu dünyada uyulması gereken
kuralları da açıklayan Koca Reis, hayvanlara ayaklanmalarını söyler. Ama der; 'Unutmayın Jones'tan kurtulduğunuz zaman sakın onun yöntemlerini kullanmayın', 'Tüm hayvanlar eşittir'. Son olarak Hayvanlara
devrimlerinin simgesi olacak olan 'İlgiltere'nin Hayvanları' adlı bir marşta öğreten Koca Reis o akşam hayata veda eder. Koca Reis hikayedeki bu rölü ile Marx yada Lenin'e benzetilebilir.
Ertesi gün çiftlikteki sefalet aynı olmasına rağmen, artık hayvanlara katlanılmaz olarak gelir. Çünkü koca reis onlara 'Başka bir hayatın' olabileceğini anlatmıştır.
Hayvanlar ayaklanır ve Bay Jones'u çiftlikten kovarlar. Bay Jones kasabadaki arkadaşları ile çiftliği geri almak için bir saldırı düzenlese de hayvanlar
gösterdikleri direniş ile bu saldırıyı da püskürtürler. Bu saldırı sırasında da ilk dikkatimizi çeken şeylerden biri domuzların bazılarının kavgadan uzak durmalarıdır.
Hayvanları insanlarla savaşırken yönlendirirlerken kendileri geri durmaktadırlar, diğer hayvanlardan daha zeki olmaları nedeniyle şimdiden kendilerini lider ilan etmişlerdir. Domuzlar arasında
iki tane lider var olduğu görülmektedir; biri Snowball diğeri ise Napolyon.
Hayvanlar devrimden sonra ilk iş olarak insanların kendilerini hapsettikleri-katlettikleri aletleri yok (satırlar, bıçaklar, zincirler vs) ederler, ve
bunları yaktıkları ateşde devrim marşlarını söylerler. Daha sonra ise Snowball herkesin sürekli olarak görmesi ve böylece unutmaması için çiftliğin duvarına 'Hayvan Çiftliği'nin kurallarını yazar.
Snowball konuşma yeteneği kuvvetli, daha bilgili ve zeki bir tablo çizerken; Napolyon ise sadece iriliği, gücü ve oteritesi ile göze çarpmaktadır.
Bu kurallar yedi tanedir;
.İki ayak üzerinde yürüyen herkesi düşman bileceksin.
◾Dört ayak üstünde yürüyen ya da kanatları olan herkesi dost bileceksin.
◾Hiçbir hayvan giysi giymeyecek.
◾Hiçbir hayvan yatakta yatmayacak.
◾Hiçbir hayvan içki etmeyecek.
◾Hiçbir hayvan başka bir hayvanı öldürmeyecek.
◾Bütün hayvanlar eşittir.
Napolyon'un bir diğer dikkat çekici hareketi ise daha devrim olur olmaz, insanların saldırısında ölen köpeğin yavrularını kendisi için yetiştirmek için saklamasıdır. (Her dikatötörün
köpeklere ihtiyacı vardır) Snowball ise devrimin kurallarına bağlı, çiftliğin iyiliği için çalışan ve tüm hayvanları eğitmek isteyen bir yapıdadır. Boxer'ın başta olmak üzere tüm hayvanların özverili çalışmaları ile o yıl tarlaları bolca ürün verdi,
çiftlikleri onarıldı. Domuzlar o yılın mahsülünün toplanmasından sonra ahırda bir toplantı düzenlediler ve Snowball devrimin başarıya ulaştığını o yüzden artık başka yerlerde zulum gören, ezilen hayvanlarada durulacağını söyler. Ama çiftliğin dışındaki hayvanlar
bu yeni haberden pek de etkilenmezler; varolan durumlarında rahatı yerinde olanlar için 'eşitlik, özgürlük, emeğin sömürülmesi' kavramlarının önemi yoktur, yaşadığı ortamı sevenler ise bu değişiklik fikrinden oldukça rahatsız olmuşlardı.
Snowball hayvanların eğitimleri ile ilgilenirken, aynı zamanda elektrik sorunlarının giderilmesi için yeldeğirmeni projesi yapar ve bunu hayvanların oylamasına sunar. Snowball hayvanların oy hakkına saygı gösterdiği, eşitlikçi bir düzen sürdürdüğü için Napolyon'a göre çok daha
ılımlıdır. Ama 'köpekleri' artık büyüyen ve güçlenen Napolyon yeldeğirmeni projesinin bir hayal olduğunu, vatan haini olduğunu, Jones'u geri getirmeye çalıştığını söylerek köpeklerine snowball'ı öldüttürür. Arık tüm yönetim Napolyon'a kalmıştır, yanında köpekleri (tüm muhalif sesleri bastırırlar) ve yardımcısı Square
ile çifliğin başına geçerler. Yapyıkları ilk iş Snowball'ı hainlikle suçladıkları proje olan yeldeğirmeni projesinin kendileri düşünmüş gibi sunup hayata geçirmektir ve toplantıları iptal etmektir. Artık tüm kararları Napolyon alacaktır, böylece diktatörlük kurulmuş olur. Napolyon'un ilk emri yeldeğirmeni inşaatının başlaması olur, inşaat başlar, tüm
hayvanlar domuzların gözetiminde çalıştırılır. Yoğun çalışma saatlerine ve çiftlikteki bolluğa karşın, hayvanların yiyecekleri azaltılır ama beyin gücü harcadıkları gerekçesi ile hiç çalışmayan domuzlar bolluk içindedir. her
zaman olduğu gibi inşaatta da en çok çalışan Boxer ve arkadaşı Benjamin'dir.
Domuzlar daha sonra, Jones'un çiftlikteki evine yerleşirler, ama bu devrimlerinin kurallarına aykırıdır. Böyle bir kuralın yazılı olduğunu hatırlayan hayvanlar (çünlü bir çoğu hatırlamaz bile) duvara baktıklarında yazının çoktan değişmiş olduğunu farkederler,
ama itiraz etmezler. Jones'un evinde bolluk içinde yaşayan domuzlar, reçel gibi, alkol (hayvanlar alkol içemez kuralı çiğnenir) gibi insan yiyeceklerine de alışmıştır. Bunlar tükendiğinde çiftlikteki hayvanların ürürnleri (yumurta, süt) karşılığında bunları almak için tüccar ile anlaşırlar. (iki ayaklılar kötüdür kuralı çiğnenir)
 Yani sömürü geri gelmiştir, üretimi yapan hayvanlar sefalet içinde yaşarken, domuzlar ise onların üretimleri sayesinde bolluk içinde yaşamaktadırlar. Yumurtalarının alınmasına itiraz eden tavuklar ve suçlu olmadıkları halde korkup suçlu olduklarını itiraf eden bazı koyunlar köpeklere parçalattırılır. Böylece 'hiçbir hayvan
diğerini öldürmeyecektir' kuralıda çiğnenmiş olur.
İnsanlar çiftliğe ikinci kere saldırırlar ve bu saldırı sırasında yeldeğirmeni havaya uçurulur. İnsanlar püskürtülmüştür, ama Boxer ayağından yaralanmış ve pek çok hayvan ölmüştür. Yeldeğirmeninin tekrar inşaası artık çok zor şartlar altında yapılmaktadır, yiyecek ksıstlıdır, hava soğuktur ve çalışma saatleri çok uzundur. Buna rağmen yine en çok çalışan
Boxer'dır. Bu sırada domuzlar ise sıcak evlerinde lüks içinde yaşamaktadırlar. Tüm çiftlik Napolyonun posterleri ile donatılmış, hiç savaşmayan Napolyon kendi kendine onur madalyaları takmıştır.
Yeldeğirmeni inşaatı sürerken Boxer ağır bir şekilde yaralanır ve Napolyon onu alkol karşılığında tutkal fabrikasına satar. Bu duruma tek itiraz arkadaşı Benjaminden gelir, diğerleri gözleriyle gördükleri halde domuzların 'satmadık, zaten ölmüştü' açıklamasına inanır, inanmayanlarda korkudan susar.
Napolyon arkadaşlarının yasını tutmak için devrim marşını söyleyen hayvanlara bu marşıda yasaklar ve cezasını ölüm olarak açıklar. Çünkü bu marş devrimi sembolize etmektedir ve diktatör kendisinin de bir zamanlar parçası olduğu
devrimin hatırlanmasından korkar.
Artık çiftlik bir evden çok çalışma kampını andırmaktadır, her yerde tel örgüler ve hayvanları gözetim altında tutan köpekler vardır. Evet, çiftlik maddi olarak çok gelişmiştir, ama
hayvanlar sefalet içindedir. Son olarak da domuzlar 'tüm hayvanlar eşittir' kuralına değiştirirler ve ' bazı hayvanlar daha eşittir' e dönüştürürler. Bu Durum tüm hayvanların tekrar ortak
bir amaç uğruna toplanmasına vesile olur. Domuzlar artık tamamen 'insan' a dönüşmüşlerdir, kıyafet giyiyor, masada yemek yiyor ve iki ayakları üzerinde duruyorlardır. Bunu gören hayvanlar domuzlara saldırır ve onları öldürürler.
Tekrar diktatör alt edilmiştir. Ama şu da kesindir ki, hayvanlar aralarından tekrar birini seçseler ve aynı sınırsız yetkiyi verseler, bir süre sonra tablo yine Napolyon yönetimine benzeyecektir. Önemli olan gerçek anlamda demokrasi, eşit haklar, özgürlük ve adalet bilincinin gelişmesi, ondan sonra
'seçilen' bir yöneticinin halkın rızası ile kararlar almasıdır. Yoksa durum bir kısırdöngü olmanın ötesine geçemez.

Hande Teymur