Sayfalar

Bu Blogda Ara

16 Temmuz 2015 Perşembe

Helikopter Ebeveyn Nedir?


Uzmanlara göre ‘helikopter aile’ denilen ve çocuklarına aşırı derecede odaklanıp her şeyi onların yerine yapan anne-babalar, aslında özgüvensiz çocuklar yetiştiriyor. Çocuklarda “Ben zorlukları aşabilirim” inancı zedeleniyor.

‘Helikopter ebeveyn’, 1969 yılında Haim Ginott tarafından ortaya atılan bir tanım. Ergenler ve anne-babalarının ilişkileri konusunda yazdığı kapsamlı kitabında, Ginott, elini, gözünü çocuğunun üzerinden çekmeyen, sürekli etraflarında pervane olan ebeveynleri tarif etmek için bu deyimi kullanmıştı. Ancak tanım birkaç yıl önce yeniden kullanılmaya başlandı. Son yıllarda son derece popüler bir tanımlama ve konuyla ilgili çok sayıda araştırma da yapılıyor. Evlilik terapisti Uzman Psikolog Filiz Kaya, “Aslında hepimizin bildiği bir hikâye, bazı ebeveynler çocuklarına aşırı derecede odaklanır, çocuklarının etrafında pervane olur, her şeyin merkezine çocuklarını alır. Sürekli çocuklarını düşünüp onlar için kaygılanırlar. Aşırı ebeveynlik yapmak diyebiliriz aslında” diyor.

Kadınlarda daha fazla
Kaya’ya göre aşırı kontrolcü, koruyucu ve mükemmeliyetçi bir tutumla çocuklarının hayatına müdahale eden aileler, sorumluluk sahibi ebeveynler olmanın ötesinde, yıkıcı etkiler de yaratıyorlar. Filiz Kaya ‘helikopter aileler’i şöyle anlatıyor:
“Helikopter aile tanımı daha çok lise ve üniversite çağındaki çocukların, aşırı müdahaleci ebeveynleri için kullanılıyor olsa da, aslında her yaşta çocuğa sahip kişilerin ‘aşırı ebeveynlik’ yapabildiğini biliyoruz. Her yaşta çocuğun, kendi başına yapabilecekleri farklılaşır. Çok küçük çocuklar bile kendi başlarına oyun oynayabilirler. Ancak aşırı ebeveynlik yapan aileler tipik olarak, çocuklarının tüm oyunlarını yönlendirir, sürekli olarak neyin nasıl oynanması gerektiğini anlatırlar. İlkokul çağından itibaren çocuklarının tüm ödevlerini takip eder, tüm arkadaşlarını seçer, tüm aktivitelerini belirler, okul projelerini yapar, çocuklarını hemen hiçbir konuda yalnız bırakmazlar. Yani aslında çocukların kendi başlarına yapabilecekleri birçok şeyi ebeveynleri onlar için yapıyor olurlar. Liseye giden çocuğunun sınavda aldığı sonuçla ilgili gidip öğretmeni ile görüşürler. Benzer şekilde üniversiteye hazırlanan çocuğunun tüm takvimini, onun yerine kendisi yapıyor, sosyal ortamlara bile onunla birlikte gidiyor olabilirler. Kadınların ebeveynlik yükünün daha ağır olmasıyla açıklanabilir bir oranda, kadınlarda daha fazla görülür. Ancak çocuk bakımının erkeklerin üstünde olduğu ilişkilerde helikopter ebeveynlik davranışları babalarda da yoğun olarak görülebiliyor.

Onun yapmasına izin verin
Aşırı ebeveynlik söz konusu olduğunda öğrenme, gelişme, büyüme gerçekleşemiyor. Yürümeyi, biri bizim yanımızda yürürken ya da bizi yürütürken öğrenmiyoruz. Yürüdükçe, düştükçe öğreniyoruz. Her başarısızlık ya da güçlük yeni beceriler öğretir. Ancak aşırı ebeveynlik yaparak bu öğrenme şansını çocuklarımızın ellerinden alıyoruz. Hiç istemeden, ‘Ben yapabilirim, ben zorlukları aşabilirim’ inançlarını değil, ‘Benim annem/babam mükemmeldir, ama ben değilim, anne-babam olmadan ben bir hiçim’ inançlarını geliştiriyor oluyoruz. Dolayısıyla helikopter ebeveynlikte özgüvene de yer yok. Yaşına ve gelişimine göre, yapabileceği her şeyi çocuğun yapmasına izin vermeliyiz. Her aşamada biz müdahil olmadan, çözebileceği bir problem varsa,arkasında durarak destek vermeli ama onun yerine biz yapmamalıyız.

En önemli neden gelecek kaygısı
Aileleri aşırı korumacı olmaya iten en yaygın nedenler şunlar:

Gelecek kaygısı
Ekonomik kaygılar, işsizlik oranları, ülkede yaşanan belirsizlikler ebeveynleri ciddi şekilde kaygılandırıyor ve çocuklarını korumak için yoğun bir şekilde kontrol etmeye zorunlu hale getiriyor. Gelecek kaygısı daha müdahaleci ebeveynler yaratıyor.

Başarısızlık korkusu
Aileler kendileri için de başarısızlık korkusu yaşarlar. Ellerinden geleni yaptıklarından emin olmak isterler. Çocuklarının düşük not almasından, örneğin basket takımına seçilememesinden korkarlar. Onların başarısız olma ihtimali, hele ki kendileri bir şey yaparak bunu önleyebilecekken başarısız olma ihtimali, aileleri korkutur.

Telafi çabası
Kendi geçmişinde bir şeylerden mahrum kalan yetişkinler, çocuk sahibi olduklarında bu mahrumiyeti telafi etmek için sıklıkla aşırı ebeveynlik yapmaya başlarlar. Çocukluğunda yeterli sevgi görmeyen, ihmal edilen, ihtiyaç duyduğu ilgiden mahrum kalan ve pek çok ihtiyacı karşılanmadan büyüyenler, kendi çocuklarında bu ihtiyaçları karşılayarak telafi etmeye çalışırlar.

Ebeveynlik modası
Aşırı ebeveynlik yapanları görenler, “Ben yeterince iyi anne-babalık yapıyor muyum?” diye kendilerini sorgulamaya, üstlerinde baskı hissetmeye ve doğal olarak bir zaman sonra da yaygın olan bu davranışa eşlik etmeye başlarlar. Ebeveyn olarak hiç sorgulamadan, kolaylıkla kendimizi suçlu hissedebiliriz.

Bu sorulara dikkat
Çocuğunuzu kesinlikle yalnız bırakmak istemiyor musunuz?
Kendisi yapabilecekken onun işlerini siz mi üstleniyorsunuz?
7 gün 24 saat çocuğunuzun tanıtımını mı yapıyorsunuz?
Güvenlik görevlisi gibi tetikte mi yaşıyorsunuz?
Ödevlerinin sorumluluğunu siz mi taşıyorsunuz?
“Çocuğum için en uygunu hangisi?” sorusu, vaktinizin çoğunu alıyor mu?
Her olası aksaklığa karşı hazır mı yaşıyorsunuz? Yanıtlarınız evetse siz de helikopter ebeveyn olabilirsiniz.

Psikolojiistanbul.com

Mobbing Nedir?

Yıldırma (Mobbing)

İngilizce “yıldırma” (Mobbing) kavramı, “mob” kökünden gelmektedir. “Mob” sözcüğü, İngilizce’de yasal olmayan biçimde şiddet uygulayan kalabalık veya “çete” anlamındadır. Bir eylem biçimi olarak mobbing sözcüğü ise, psikolojik şiddet, kuşatma, topluca saldırma, rahatsız etme veya sıkıntı verme anlamına gelmektedir.
Tarihçe..
Yıldırma kavramı, ilk kez 1984’de İsveç’de “İş Hayatında Güvenlik ve Sağlık” konulu bir raporun kapsamında Heinz Leymann tarafından ortaya atılmış, 1993’te İsveç’te çıkarılan ‘İşyerinde Kişilerin Mağdur Edilmesi’ adlı kanunla da ilk kez yasal bir nitelik kazanmıştır.
Türkçe’de işyerinde uygulanan “zorbalık, duygusal taciz ya da yıldırma” sözcükleriyle adlandırılan “mobbing”, özellikle hiyerarşik yapılanmış gruplarda ve kontrolün zayıf olduğu örgütlerde, gücü elinde bulunduran kişinin ya da grubun, diğerlerine ruhsal yollar kullanılarak, uzun süreli sistemli baskı uygulaması, duygusal saldırı ve yıpratma yaratması olarak tanımlanmaktadır. Haksız yere suçlama, dedikodu yoluyla saygınlığını zedeleme, küçük düşürme ve doğrudan veya dolaylı şiddet uygulayarak, bir kişiyi işi bırakmaya zorlama amaçlı kötü niyetli bir girişimler olarak tanımlanmaktadır. “Yıldırma” son yıllarda sosyoloji ve hukuk başta olmak üzere bir çok disiplinin üzerine çalıştığı bir konu haline gelmiştir
Dünyada giderek artan bir ilgiyle araştırılan yıldırma kavramı ülkemizde henüz yeterince tanınan bir olgu değildir.
“Yıldırma” nın nedenleri 
“Yıldırma”yı salt bireysel bir sorun yada işyerinde kişilere odaklı ya da sınırlı bir sorun olarak ele almak doğru değildir. 1970’lerden sonra yaşanan ekonomik değişimin, işyerlerindeki çalışma ortamının niteliğinde yarattığı değişikliklerin, özellikle kapitalist kar anlayışının ve rekabetin, post-fordist olarak tanımlanan esnek üretim biçimlerinin yarattığı güvencesiz istihdam biçiminin ve kapitalist rekabetin geliştirdiği, perçinlediği bir durum olarak görmek gereklidir. Bu ekonomik ve politik zeminde yaşanan krizler, yarattığı işsizlik, aşırı çalışma, çalışanlar üzerinde yıldırma davranışlarının ve baskının artmasına zemin hazırlamaktadır. Çalışmalar yüksek işsizlik oranlarının ve çalışanların değersiz görülmesinin “yıldırma”nın artmasına neden olduğunu göstermektedir. Özetle son yirmi yıla damgasını vuran ve başta sağlık olmak üzere tüm sektörlerde yaşama geçirilen neo-liberal politikaların doğal bir sonucu olarak “yıldırma” ortaya çıkmakta ve artmaktadır.
“Yıldırma”nın en fazla, aşırı iş yükünden kaynaklanan doyumsuzluk, çalışma ortamının demokratik olmayan niteliği, var olan liderlik biçimi, özellikle çoğul roller ile ortaya çıkan rol belirsizliği ve rol çatışması ile bağlantılı olduğuna dikkat çekilmiştir. Bu anlamda kapitalist kültürün egemen kıldığı toplumsal değerlerin “yıldırma”yı tetiklediğini ve giderek artan oranda fiziksel ve duygusal tahribat yarattığını öne sürmek abartı sayılmaz. Böyle bakıldığında “yıldırma”nın sınıfsal bir karakteri olduğu, ırksal, sınıfsal ve cinsiyete dayalı eşitsizlikleri içeren bir süreç olduğu görülmelidir.
Dünya Sağlık Örgütü de “yıldırma”nın ortaya çıkmasını kolaylaştıran iş ortamlarının özelliklerini tanımlamıştır. Özellikle rol tanımlarının iyi yapılmadığı, işbirliği ve dayanışmanın kurulamadığı ortamların yatkınlık yarattığı ifade edilmektedir. Özellikle ortaya çıkan sorun ve çatışmaların uygun problem çözme beceriyle çözülmemesi, aksine gizlenmesi bunu artıran etkenler olarak görülmektedir. Bu yapı neo-liberal politikaların biçimlediği iş ortamının bir ürünü olarak görülmelidir.
Yaygınlığı
Bu alandaki sınırlı veriler hem AB’de hem de Avrupa’da “yıldırma”nın sıra dışı bir durum olmadığını göstermiştir. ABD’de yaklaşık 6 çalışandan birinin (%16.8) işyerinde yıldırma mağduru olduğu, bu sayının %11 olduğu aktarılmaktadır. ABD’de kamu çalışanlarını kapsayan bir araştırmada, kadın çalışanların % 42’sinin, erkek çalışanların ise % 15’inin son iki yılda işyerinde duygusal tacize ve zorbalığa maruz kaldığı, İsveç’te ise intiharların % 15’inin “yıldırma” kaynaklı olduğu belirtilmektedir..
Bazı meslek gruplarında “yıldırma” daha sık görülmektedir. Tayvan’da sağlık çalışanlarında yapılan bir çalışmada “yıldırma” yaygınlığı son bir yıl için %50.9 bulunmuş, sözel ve fiziksel şiddetten daha yüksek oranda görüldüğü belirtilmiştir. Bosna’da yine sağlık çalışanlarında yapılan bir çalışmada bireylerin %76 oranında “yıldırma” davranışlarına maruz kaldıkları bildirilirken, %26’sında bunun ısrarlı ve yineleyici olduğu saptanmıştır. Ayrıca bu durumun ruhsal bozukluk gelişimi ile ilişkili olduğu da belirtilmiştir. Yine ülkemizde hemşirelerde yapılan bir çalışmada son bir yıl içinde “yıldırma” davranışına maruz kalma oranı %86.5 olduğu belirtilmiştir.
Kimler yıldırma yapar? 
Bu kişilerin antipatik özellikler taşıdığı, aşırı denetleyici, korkak ve sinirli, daima güçlü olma isteği içinde olan, kötü niyetli ve hileli eylemlere başvurmaktan çekinmeyen kişiler olduğu belirtilmektedir. Aşırı özsever bir kişiliğe sahip oldukları, toplumsal ilişkileri zayıf, korktuğu kişileri denetim altında tutmak için güç kullanan, kendini diğer insanlardan sürekli üstün gören bir tutum ve davranış sergiledikleri belirtilmektedir. Tehdit altında iken yalnızca kendilerini düşündükleri, kendi kurallarını işyerinin kurallar haline getirmeye çalıştıkları, bunun için baskı ve şiddet uygulayabildikleri, bu amaçla sürekli bir disiplin kurmaya çalıştıkları, korku yaratarak egemenlik kurdukları aktarılmaktadır. Aynı zamanda ön yargılı, duygusal tepkiler sergileyen, bireyin sahip olduğu etnik dinsel vs. özelliklerini yıldırma için gerekçe sayan bir tutum sergiledikleri ifade edilmektedir.
Kimler maruz kalır? 
Yapılan araştırmalar mağdur olanların da sıklıkla zeki, yetenekli, yaratıcı özellikler gösteren, farklı görüşlere alternatif yaklaşımlar geliştirebilen, başarılı ve başarıyı amaçlayan, dürüst, güvenilir, işyerinde politik davranmayan,destekleyici iletişim tarzını kullanan kişiler olduğunu göstermektedir. İşlerini benimseyerek yapan, Meslek etiği ilke ve kurallarına uyan kişilerdir.
Sıklıkla çalışanların yöneticilerden daha fazla yıldırmaya maruz kaldıkları görülmektedir. Yaşlı olanlar gençlere göre daha fazla yıldırma kurbanı olmaktadırlar.
Yıldırma’nın yarattığı ruhsal bozukluklar 
“Yıldırma”nın uygulama biçimi süresi ve şiddeti ile bağlantılı olarak bir çok ruhsal bozukluk ortaya çıkabilir. Sıkıntı, öfke, karamsarlık, uyku sorunları, depresif belirtiler, anksiyete belirtileri, davranış sorunları görülebilir. Depresyon, anksiyete ve davranış sorunlarının birlikte bulunabildiği uyum bozuklukları, depresyon, yaygın anksiyete ve panik bozukluğu gibi anksiyete bozukları, kendini bedensel belirtilerle ifade eden somatoform bozukluklar (somatizasyon, konversiyon, ağrı bozuklukları), ortaya çıkmasında ve seyrinde ruhsal etkenlerin rol oynadığı psikosomatik hastalıklar (cilt hastalıkları, hipertansiyon vs.) görülebilir. Bunun yanında bir tür kendini iyileştirme çabası olarak, alkol, madde ya da ialaca yönelme olabilir. Madde kullanım bozuklukları gelişebilir. Bireyin fizik bütünlüğünü tehdit eden, onu çaresiz bırakan, dehşet duygusu yaratan yaşantılara bağlı gelişen “Travma Sonrası Stres Bozukluğu” ortaya çıkabilecek en ciddi ruhsal bozukluklardan biridir. İnsan eliyle bilerek oluşturulan travmalar (işkence, tecavüz, savaş travması gibi) sonucu ortaya çıkanlarda süreğenleşme, işlevselliği bozma, yetiyitimi yaratma niteliği çok daha yüksektir. “Yıldırma” da insan eliyle bilerek oluşturulan bir travma olarak TTSB için dikkat çekici, çağdaş bir travma biçimi olarak dikkati çekmektedir.
 Neler yapılabilir?
Sıklıkla “yıldırma” kurbanlarına, yeni bir iş araması, yardım alması, kendini yalıtmaması, özgüvenini geliştirmesi, olasılıkları hatırlaması, yaraları sarmaya çalışması, yasal işlem yapması önerilmektedir. “Yıldırma”nın ruhsal bütünlüğe yönelik bir saldırı olduğu düşünülürse buna uygun başa çıkma beceriler geliştirmenin büyük önem taşıdığını vurgulamamız gerekir. Sorunu arkadaşlarla paylaşmaktan profesyonel yardım aramaya varan bir yelpazede yardım almak gerekebilir. Bu çabalar sorunun kalıcılaşmasını önleme yanında bireyin başa çıkmasını, örselenmeden kurtulmasını sağlayabilir …
“Yıldırma” mağduruna işyerinde taciz uygulayan kişiye itiraz etmek, işyerinde zorbaca davranışlara, tacize uğradığını tanıklarla saptamak, verilen talimatları yazılı olarak belgelemek, maruz kalınan tacizi belgeli olarak yetkililere yada üst yöneticilere iletmek, gereğinde arkadaşlarla paylaşmak ve profesyonel yardım almak önerilen durumlardır.
Öncelikle işyerinde yaşanan olayın adını koymak ve bununla yüzleşmek önerilmektedir.
1.          Çalışma ortamının düzenlenmesi, ast üstü ilişkisinin bir ezen ezilen ilişkisine dönüştürülmemesi, ekip çalışmasının ana çalışma yaklaşımı olmasını sağlanması gereklidir.
2.          Demokratik ve dayanışmayı temel alan bir işbölümü yapılmalıdır. Roller belirginleşmeli, sınırlar belirginleştirilmeli ve role uygun kişiler yetkilendirilmelidir.
3.          Bireylerin rahatlamasını, kendini yargılanmadan özgürce ifade etmesini sağlayan, duygusal ifadeye izin veren bir ortam yaratılmalıdır.
4.          Aşırı çalışmaya son verilmelidir.
5.          Güvenli, zarar verici uyaranlardan arınmış, sağlıklı bir fiziksel ortam yaratılmalıdır.
6.          Çalışanların özlük hakları sağlanmalıdır.
7.          “Yıldırma”yı önleyici etik kurallar geliştirilmelidir.
8.          Çalışanların iletişim becerileri geliştirilmelidir. Problem çözme becerileri kazandırılmalıdır.
9.          İşyeri sağlık birimleri aracılığıyla koruyucu ruh sağlığı uygulamaları (bilgilendirme, eğitimi, danışma) yapılmalıdır
10.      “Yıldırma” ile ilgili hukuksal girişimler engellenmemeli, adaletin tecelli edilmesi sağlanmalıdır.

Psikiyatri.org.tr

Travma Sonrası Stres Bozukluğu TSSB

TRAVMA SONRASI STRES

Ruhsal travmanın etkileri ve çareleri

Hastalar ve yakınları için rehber

Türkiye Psikiyatri Derneği
Anksiyete Bozuklukları Bilimsel Çalışma Birimi 


Travma sonrası stres sorunları korkutucu olaylardan sonra görülür ve yıllarca sürebilir.

TSSH kişiyi ve ailesini, kişinin işgücünü olumsuz etkiler
 

Ruhsal travmaya yolaçan olaylar:
  • Savaşlar, patlamalar
  • Afetler (deprem, sel, yangın)
  • Saldırı, tecavüz, işkence
  • Kazalar
  • Aile içi şiddet
  • Çocuklukta yaşanan taciz
Travmanın etkilerini tanıyın
Yardım aramaktan kaçınmayın
Ruhsal travmanın etkileriyle başa çıkabilirsiniz
Travma Sonrası Stres belirtileri tedavi edilebilir

RUHSAL TRAVMALARDAN SONRA GÖRÜLEN SORUNLAR

Ruhsal Travma Nedir?

Kişiyi aşırı korkutan, dehşet içinde bırakan, çaresizlik yaratan, çoğu kez olağandışı ve beklenmedik olayların yolaçtığı etkilere ruhsal travma diyoruz. İnsan hayatında sıkıntı ve üzüntü yaratan pek çok olay olur, ancak bunların tümü ruhsal travma yaratmaz.

Olay: 
-korku, dehşet veya çaresizlik hissi yaratmışsa
Olayda:
-kişinin kendisinin veya yakınının ölüm veya yaralanma tehlikesi varsa

ruhsal travma olarak adlandırılır.

Bu tanımlamaya göre ileri yaşta bir yakınımızın yıllarca süren bir hastalık sonrasında ölümünün ruhsal travmaya yol açma ihtimali daha düşük iken, insanın bir yakınını beklenmedik biçimde –örneğin trafik kazasında- kaybetmesi daha fazla travmatik etki yapar.

Hangi Olaylar Ruhsal Travmaya Yol açar? 

Ruhsal sorunlara yol açtığı bilinen travma türleri şöyle sıralanabilir:

* Doğal afetler (deprem, sel, yangın)
* İnsan eliyle yapılan travmalar (savaş, işkence, tecavüz)
* Kazalar (iş, trafik)
* Beklenmedik ölümler 
* Ciddi-ölümcül hastalıklara yakalanma

Toplumda ruhsal travmalara yol açan olaylar (savaş, kazalar, tecavüz, saldırılar, afetler) çok yaygındır

Toplum içinde ruhsal travmaya yol açan olaylar çok yaygındır. Araştırmalar her iki kişiden birinin bu tür olaylarla hayatında en az bir kere karşılaştığını gösteriyor. Ruhsal travmayla karşılaşma şansı herkes için eşit değildir. Suç oranının yüksek olduğu yerlerde yaşayanlar, başka ruhsal hastalığı veya alkol-madde bağımlılığı olanlar, askerler, polisler, itfaiye personeli olanlar korkutucu olaylarla daha sık karşılaşırlar. 
 

Ruhsal travmalardan sonra en sık görülen iki hastalık: depresyon ve travma sonrası stres hastalığı

Kişiyi çok korkutan, dehşet içinde bırakan, çaresizlik duyguları yaratan olayların uzun süren ruhsal sorunlara yol açtığı biliniyor. Ruhsal travmalardan sonra sık görülen rahatsızlıklardan biri depresyondur. Depresyonun en sık görülen belirtileri isteksizlik, halsizlik, moral bozukluğu, uyku ve iştah bozukluğu ve hayattan zevk alamamadır. Depresyon ruhsal travmadan sonra ilk kez ortaya çıkabileceği gibi, daha önce depresyon geçirmiş kişilerde depresyonun tekrarlaması şeklinde de görülebilir.

Travma sonrası stres hastalığında ise:

  • uykusuzluk,
  • kabuslar,
  • olayla ilgili anıların rahatsız edici biçimde sık sık hatırlanması,
  • sürekli olarak olayın tekrarlanacağı korkusu ve bu nedenle diken üstünde hissetme,
  • kolay irkilme,
  • çabuk sinirlenme,
  • gelecekle ilgili plan yapamama,
  • yabancılaşma (başkaları beni veya yaşadıklarımı anlamıyor hissi),
  • olayı hatırlatan durumlarda huzursuz olma ve bu durumlardan kaçınma görülür

Bu belirtiler çoğu kişide travmayı izleyen günlerde görülür ve genellikle birkaç hafta içinde kendiliğinden düzelir, ancak bazı kişilerde aylarca, hatta yıllarca sürebilir. Şu anda 80 yaşın üstünde olan 2. dünya savaşı gazilerinde hala bu hastalığın izlerini taşıyanlar vardır. Belirtiler bazen travmatik olay olup bittikten aylarca sonra başlayabilir.

Birinci dünya savaşından sonra tanınmaya başlayan bu hastalık, özellikle Vietnam’dan dönen Amerikalı askerlerde görülen travmatik stres belirtilerinin ayrıntılı biçimde araştırılması ve birçok kitaba, filme konu olması nedeniyle tüm dünyada daha iyi bilinir hale gelmiştir.

Travma Sonrası Stres Hastalığı görülen pek çok kişide aynı anda başka ruhsal rahatsızlıklar da görülür. TSSH ile birlikte en sık görülen hastalık depresyondur. Depresyon dışında çeşitli anksiyete (bunaltı) bozuklukları, aşırı alkol veya madde kullanımı da görülebilir. Daha önceden ruhsal hastalık geçirmiş kişilerde travma sonrasında o hastalıkların yeniden ortaya çıkma riski fazladır. TSSH dışında ikinci bir ruhsal hastalık varsa, hem kişinin yaşadığı sıkıntı ve işgücü kaybı artar, hem de daha yoğun ve daha uzun süreli tedavi gerektirir.

Travma sonrası stres hastalığı uzun yıllar sürebilen ve ciddi işgücü kaybına yol açabilen bir hastalıktır.

Toplumda ruhsal travma yaşayan pek çok kişi olmasına rağmen ancak bir kısmı (örneğin depremi yaşayanlarda %20’si) travma sonrası stres hastalığına yakalanır. Bu da bazı kişilerde hastalığa bir yatkınlık olabileceğini, ya da bazılarının hastalığa karşı daha dayanıklı olduğunu düşündürür. Ruhsal travmalardan sonra kimlerin hastalanacağını veya kimlerin uzun süre hasta olarak kalacağını önceden bilmek kişi ve ailesi için olduğu kadar toplum için de önemlidir. Özellikle deprem gibi felaketlerden etkilenen kişi sayısının milyonlarla ifade edilmesi konunun ciddi bir halk sağlığı sorunu olduğunu göstermektedir.    Yapılan araştırmalar kadınların erkeklere oranla ruhsal travmalardan sonra TSSH’na daha sık yakalandığını gösteriyor: travmanın türü ne olursa olsun, kadınlarda TSSH erkeklerden 2-3 kat daha fazla görülüyor. Geçmişte başka ruhsal travma yaşayanlar, daha önce ruhsal hastalık geçirmiş olanlar veya yakınlarında ruhsal hastalık bulunan kişilerin TSSH’na yakalanma ihtimali daha fazladır.

Kadınlar, geçmişte ruhsal travma yaşayanlar, başka ruhsal veya bedensel hastalığı olanlar ve travmayı daha şiddetli yaşayanlar daha fazla risk altındadır.

Ruhsal travma ne kadar şiddetli yaşanmış ise ruhsal etkiler de o kadar fazla ve uzun süreli olur. Örneğin depremde enkaz altında kalanlar kalmayanlara göre, yakınını kaybedenler kaybetmeyenlere göre, evi hasar görenler görmeyenlere göre daha fazla ruhsal sorun yaşarlar. Bunun dışında travma sırasında yaşanan korkunun derecesi de önemlidir: örneğin deprem anında çok fazla korktuklarını, hiçbir şey düşünemeyip donup kaldıklarını söyleyenler arasında TSSH oranları daha yüksektir.

Kaçınma ya da unutmaya çalışma travmanın etkilerini azaltmıyor

Travma sonrasında kişinin olayın etkileriyle başa çıkmak için kullandığı yöntemlerin de sonuçları etkileyebileceği düşünülüyor. Olay olmamış gibi davranan, unutmaya çalışanlarda hastalığın iyileşmesi daha fazla gecikirken, sorunlar için yardım arayan, sorunlarını başkalarıyla paylaşan, hakkını arayan kişiler daha çabuk iyileşiyor. Kişinin elde edebildiği sosyal destek de travma sonrasında iyileşmeye olumlu etkide bulunuyor. Sosyal destek az ise özellikle depresyon belirtileri daha fazla hissediliyor.

Zaman travmanın etkilerini tamamen ortadan kaldırmıyor

Yapılan çalışmalar travmalardan sonraki ilk günlerde olayı yaşayan kişilerin çoğunun ruhsal olarak etkilendiğini, korktuğunu, kabuslar gördüğünü, ancak bu belirtilerin birçok kişide günler veya haftalar içinde geçtiğini gösteriyor. Ancak etkilenen her 5-6 kişiden birinde belirtilerin düzelmesi çok daha uzun sürebiliyor, bazen ise yıllarca devam edebiliyor. Bu nedenle “zaman herşeyin ilacıdır” sözü herkes için geçerli değil.

Travma Sonrası Stres Hastalığı Belirtileri: 

Yeniden yaşama (hatırlama): Travma yaşayan kişide olaydan sonra olayla ilgili anıların zihnine gelmesi sık görülür. Olayla ilgili görüntüler (örneğin ceset görüntüleri), sesler (yardım isteyenlerin haykırışları) onları düşünmek istemediğinde veya aklına getirecek bir durum olmadığı halde bile kişinin zihnine gelebilir. Bu anıların canlanması kişiyi genellikle çok rahatsız eder ve iç sıkıntısı, çarpıntı, terleme, titreme, nefes alamama gibi bunaltı belirtilerine yol açar. Bazen de kişi olayı gerçekten yaşıyor gibi olur. Gerçekte bir sarsıntı olmadığı halde yer sallanıyor gibi hissetme, uyanıkken travma anıyla ilgili hayaller görme buna örnektir. Kişi bu durumu öylesine gerçekçi yaşar ki, ona uygun davranabilir: örneğin gördüğü hayallerle konuşabilir, bir tehlike olmadığı halde kaçmaya çalışabilir.   

Kaçınma: Kişi olayı hatırlatan yer, durum, konuşma, hatta duygu ve düşüncelerden mümkün olduğunca uzak durmaya çalışır. Olayı hatırlamak büyük bir sıkıntı, acı ve korku hissine yol açtığı için kişi olayı hatırlatan yerlere gitmez, bu konulardan bahsetmez veya konuşulan yerlerden uzak durur. Enkaz altında kalmış bazı kişiler evin enkazının bulunduğu yeri, hatta o şehri ziyaret edemeyebilir, olaydan bahsedemeyebilir.

Travma yaşamış kişilerde bazen olayın ayrıntılarını unutma durumu görülebilir. Genellikle olayın en sıkıntı verici bölümleri unutulur veya çok güçlükle hatırlanır. Bu durum “olayı düşünmek istememek”ten farklıdır ve kişi hatırlamak istediği halde hatırlayamaz. 

Ruhsal travmalardan sonra insanlardan uzaklaşma, gelecek beklentisinin kalmaması gibi belirtiler de görülebilir. “Benim yaşadıklarımı kimse anlayamaz” tarzında düşünme sık görülür. Kişiler olayı yaşamamış kişilerden duygusal olarak uzak hissedebilirler, duygularında körelme olur, sevinç ve üzüntü hissedemeyebilirler. Bazen kendilerine yardım etmeye çalışanlara öfke duyabilirler, bazı kişiler sadece aynı travmayı yaşamış kişilerle görüşüp, diğerleriyle ilişkiyi kesebilirler. Gelecekle ilgili plan yapılamadığı için sadece o günü yaşama, aktivitelerde azalma görülebilir.

Aşırı uyarılma: Ruhsal travmadan etkilenmiş kişiler kendilerini diken üstünde, sürekli tetikte hissedebilirler. Her an o olay tekrar olacakmış gibi gelebilir. Davranışlarını bu ihtimali düşünerek şekillendirirler, bu konuda aşırı tedbirli davranırlar. Örneğin istemeden de olsa girdikleri binanın çatlağı var mı, kapısından kolay kaçılabilir mi diye kontrol ederler. Yolda yürürken üstüne devrilmesinden korkup direklere yaklaşmazlar. Tehlikeler konusunda abartılı tedbirler alabilirler. 
Aşırı uyarılmanın diğer göstergeleri ani ses ve hareketlerde irkilme veya yerinden sıçramadır. Kapı çarpması, yüksek sesle konuşma, birinin aniden odaya girmesi gibi beklenmedik durumlar kişinin yerinden sıçramasına ve uzunca sürebilen bunaltı belirtilerine (çarpıntı, terleme, titreme, nefes daralması) yol açar. 

Özellikle uykuya dalmakta güçlük sık görülür. Travmayla ilgili korkular nedeniyle uykuya dalmak saatler sürebilir, normalde uyandırmayacak seslerle kişi kolayca uyanabilir. 

Tedaviler

Travma sonrası stres hastalığının tedavisinde hem ilaçların hem de psikolojik tedavilerin etkili olduğu gösterilmiştir. Travmatik olaydan herkesin aynı oranda etkilenmediği açıktır. Travmayla ilgili az sayıda ruhsal belirtisi olsa da hayatı çok fazla etkilenmemiş birçok insan vardır. Bazı kişiler için ise travmatik stres belirtileri iş ve sosyal hayatı çok ciddi biçimde engelliyor olabilir. Bu nedenle travmanın etkilerinin giderilmesi için herkesin ihtiyacına göre farklı tedavi yaklaşımları planlanmalıdır:

Rahatsızlığın tedavisinin olduğunun bilinmemesi ve kişilerin travmayı hatırlamak istememesi yardım almayı geciktiriyor.

Travmadan az etkilenmiş, hayatını eskisi gibi sürdürebilen kişilere => bilgilendirme 

Travmadan daha çok etkilenmiş, ciddi belirtiler yaşayan, ancak işini gücünü sürdürebilenlere => danışmanlık veya kısa psikolojik tedavi yaklaşımları

Hayatı ciddi derecede etkilenmiş, ağır belirtileri olanlara => yoğun psikolojik tedaviler, ilaç tedavileri veya hastaneye yatış.

Travma sonrası stres hastalığı depresyonla birlikte ise çoğu kez ilaç tedavisi eklenmelidir. 

İlaç tedavileri:
TSSH tedavisinde antidepresan ilaçlar birçok hastalık belirtisini yatıştırmakta yararlı oluyor. Özellikle depresyonla birlikte görüldüğünde TSSB tedavisinde antidepresanlar kullanılması gerekir. Tedaviler doktor kontrolünde sürdürülmeli, doktorun önerdiği tedavinin etkili olabilmesi için önerilen süre ve dozlara uyulmalıdır. 

Psikolojik tedaviler:
Psikolojik tedaviler arasında etkili olduğu gösterilen tedavi türü ise bilişsel-davranışçı tedavi adı verilen yöntemdir. Bu tedavide kişinin belirtilerinin sürmesine neden olan hatalı düşüncelerinin sağlıklı düşüncelerle değiştirilmesi amaçlanır. Ayrıca korku nedeniyle kaçındığı durumların üstüne gitmesi sağlanarak bu durumlarda yaşadığı korkunun azaltılması sağlanır. Psikolojik tedaviler bu konuda eğitim ve deneyimi olan psikiyatr ve klinik psikologlar tarafından uygulanır.

Travma Sonrası Stres Hastalığı, kişiye ve ailesine büyük sıkıntı veren, ancak tedavi edilebilen bir rahatsızlıktır. Travmalardan etkilenmiş birçok kişi: 

1. yaşadıklarının bir ruhsal rahatsızlık olduğunu bilmediği veya belirtileri kendi güçsüzlüğüne-eksikliğine bağladığı için, 
2. sorunların tedavi edilebileceğini bilmediği için, 
3. tedavi imkanlarına nasıl ulaşacağını bilmediği için,
4. maddi imkanları olmadığı için
5. sorunlarını konuşmaya utanıp sıkıldığı için veya rahatsız olduğu için….

tedaviye başvurmuyor olabilir

Oysa ki bu sorunların hem psikolojik açıdan hem de ilaçla başarılı biçimde tedavisi mümkündür. Ayrıca pek çok kişi, yardım kitapçıklarını okuyarak veya sorunu yaşamış başkalarından yardım alarak bazı sorunlarının üstesinden gelebilir.

İyileşme önündeki en temel engeller olan:

    • yardım aramaya çekinme,
    • umutsuzluk,
    • olayı hatırlamaktan kaçınma
    • insanlara güvenini kaybetme ... 
      aynı zamanda hastalığın da temel belirtileridir.

 Psikiyatri.org.tr

12 Temmuz 2015 Pazar

Distoni Nedir?

Distoni

Distoni,  vücudun tümünde veya bir bölümünde istem dışı kasılmalarla süren bir hastalıktır. Hastalığa yol açan neden hareketi kontrol eden derin beynin merkezlerindeki işlevsel bozukluktur. 

Distonilerin çeşitli nedenleri vardır; bunların başlıcaları: doğum sırasında oluşan beyin hasarı (cerabral palsy, beyin felci), ilaca bağlı diskineziler, yapısal ve genetik nedenlerdir (akraba evlilikleri vb).

Distonilerin tedavisinde çeşitli cerrahi yöntemler kullanılmaktadır. Bu yöntemler Parkinson hastalığının cerrahi tedavisine büyük ölçüde benzerlik gostermektedir. Bunların başlıcaları, derin beyin nörostimulasyonu (beyin pili), talamotomi, kampotomi ve pallidotomi'dir.

Distoninin cerrahi tedaviye yanıtı değişkenlik göstermektedir. Ameliyat sonuçları hastadan hastaya değişmektedir. Ameliyat sonrasında bir kısım hasta belirgin yarar görürken bir kısmında ise daha az düzelme gözlenir. Çoğu zaman ameliyat yapmadan önce düzelme durumu hakkında tahmin yürütmek zordur. Hastaların çoğu, ameliyattan 3 ila 24 ay gibi uzun dönemde yavaş bir düzelme gösterirler. Genel olarak bakıldığında ilaca bağlı diskinezilerin, bedenin bir tarafını tutan distonilerin  ve genetik nedenli distonilerin ameliyattan daha çok yararlandığı; doğum sırasında oluşan beyin hasarına  (cerabral palsy, beyin felci) bağlı distonilerin daha az yararlandığı söylenebilir.

Prof. Dr. Ali Savaş


Havale (nöbet, konvulsiyon) nedir?

Nöbet veya halk arasında daha çok havale olarak da olarak da adlandırılan konvulsiyonlar hastalık değil bir semptomdur yani bir hastalığın bulgusudur ve birçok hastalık sırasında karşımıza çıkabilir. Beyin kabuğundaki sinir hücrelerinin anormal deşarjına bağlı tüm vücudu kapsayan (generalize), veya vücudun bir kısmını tutan (fokal) kaslardaki istemsiz, ani gelişimli anormal hareketler havale olarak tanımlandırılır.

Havalenin hangi tipleri vardır ve ne zaman karşımıza çıkar?

Havale halk tarafından inanılanın tersine bilinç kaybının mutlaka olması gerekmediği sadece vücutta karıncalanma, görme bozuklukları gibi duysal bozukluklar veya tekrarlayan karın ağrısı gibi otonomik disfonksiyon ile de seyredebilir. Beynin oluşan lezyonlarına bağlı oluşan ve semptomatik konvulsiyon olarak da adlandırılan konvulsiyonlar en sık yaşamın ilk beş yılı içinde görülmekle birlikte tüm yaş gruplarında da görülebilinir. Tüm yaş gruplarında konvulsiyonla karşılaşılabilmesinin en büyük nedeni menenjit, ensefalit, beyin absesi, kafa travması, elektrolit düzensizliği, hipoglisemi gibi sık konvulsiyon nedenlerinin tüm yaşam boyunca karşımıza çıkabilmesidir. Tüm popülasyonun %4-5′ inin hayatları boyunca en az bir kez konvulsiyon geçirdiği bildirilmektedir. Fakat çocukluk çağında konvulsiyonu ortaya çıkaran nedenler çok daha çeşitli olabildiği ve konvulsiyon gelişmekte olan beyin üzerinde zeka geriliği, psişik bozukluklar gibi zararlara neden olabileceği için konvulsiyon çocukluk çağında daha farklı bir öneme sahiptir.

Konvulsiyon nedir? Epilepsi nedir?

Konvulsiyonların büyük kısmı geçici olup tekrarlamazlar. Uzun süreli tekrarlayıcı konvulsiyonlar da epilepsi olarak tanımlanır. Epilepsi nedeniyle tekrarlayan nöbetler ise semptomatik nöbet olarak değil epileptik nöbet olarak adlandırılır. Semptomatik konvulsiyonlar, toksik maddeler (ilaçlar,evde kullanılan zehirler), metabolik bozukluklar (hipoglisemi,tetani), elektrik çarpması, travma, hipoksi gibi nedenlerden oluşurken semptomatik tedaviyi veya altta yatan nedenin tedavisini gerektirirler.Çocukluk çağı konvulsiyonlarının çoğunluğunu (çocukların %3-5’i) ise febril konvulsiyonlar oluşturmaktadır.

uzuncorap.com

2 Temmuz 2015 Perşembe

Tuhaf Üçgen: Kant, Nietzsche ve Freud[1


Alfred Tauber

Çev. Metin Bal[2], Pınar Talaslıoğlu[3] ve Büke Okyay[4]

 

Bibliotech, Felsefe, Sosyal Bilimler Dergisi, 2012, 15 Şubat-15 Nisan, Sayı: 16, Yıl: 5, ss. 32-47.

 

Kişiye ait kendi hakkında bir bilinç ve öteki şeylere ait bir bilinç, gerçekte, bize dolayımsız olarak verilirler, ve bu ikisi temelden farklı öyle bir yolda verilidirler ki başka hiçbir fark bununla karşılaştırılamaz. Herkes kendisihakkında doğrudan bilir, diğer herşey hakkında yalnızca epey dolayımlı olarak bilir. Bu, bir olgu ve bir problemdir. – Arthur Schopenhauer (1969[5][6], 2:192)

Augustinus’dan bizim çağımıza kadar, içgözlem [introspection] “özbilinçten” ayrılamaz. Bunun yanında, içgözlem kendilik [selfhood] hakkındaki çeşitli anlayışlar için bütünleyici, ve bir anlamda, bunlarla benzer özellikler gösterir. Açıkça, özbilinç öz-düşünümsellik [self-reflexivity] yoluyla harekete geçirilir ve özdeşlik, öz-farkındalığın bu sürecinde ortaya çıkar. Fakat, düşünümsellik sözcüğünün daha sınırlandırılmış bir tarihi vardır. Düşünümsellik, optik bilimi ve yeni bir ışık fiziğinin doğuşuna rastlayan erken modern dönemde “kendi”yi [the self] anlamanın bir paradigması olarak görünür. “Kendisi üzerine geri dönerek eğilen düşünce” anlamında “düşünümsellik”, ilk kez 1640’lı yıllarda bilişsel içgözleme uygulandı. Bu uygulama, bilinci, belirli bir noktada “durana” kadar sürecek şekilde, dünyaya yeniden yönlendirmek için kendi kişisel içgözlemsel araştırmalarına girişen teologlar, filozoflar ve şairler tarafından gerçekleştirildi.

Modern “kendi”, felsefede resmi olarak Descartes’ın, zihinsel durumların “kendiyle-özdeşliğin” [self-identity] temellerini oluşturduğu fikrini şekillendiren nihai “düşünüyorum o halde varım” [cogito ergo sum] düşüncesiyle ortaya çıkar. Gerçekliğin kendisinin varoluşu, “bilen” bir failin kabul edilmesine ve onun gerçek özelliğine bağlı olduğu için, kendi [the self] hakkındaki Kartezyen anlayış epistemolojik skeptisizme karşı bir savunu sağlar. Descartes kendini-keşfedişinin görkemli yalnızlığı içinde, öz-sorgulama yoluyla kuşkuyu giderir ve öz-bilinci kendiliğin olmazsa olmaz şartı haline getirir. Descartes’in “düşünen şey”i, onun için, gerçekte düşünen bir şeydi. “Bir kendi”, dünyayı bilebilecek bir ego [benlik] hakkındaki bu belirleme, Descartes’ın ve bu formülasyonu izleyen ya da karşı çıkan herkesin felsefesinin temelini oluşturur. Örneğin, Descartes’ın temel bir çekirdek-kendi nosyonu, Locke ve Leibniz’in birbirinden farklı felsefeleri tarafından desteklendi. Bir kişinin algısı olarak ya da “içimizde”ki bir şeye dikkat etme olarak “düşünüm”, Locke ve Leibniz’in herbirine özgü epistemolojileri büyük ölçüde biçimlendirir. Başka bir deyişle, Kartezyen sistemden ne kadar farklı olurlarsa olsunlar herbiri, bilen bir varlık hakkında ayrı bir tanıma dayanır. 

            Bu kavramsal gelenek, yirminci yüzyılda felsefenin fenomenolojik araştırmaları ve psikolojinin içgözlemsel keşifleri ile epey devam etmiştir. Örneğin, Wundt, James, Brentano ve elbette, Freud. Eğer felsefe okullarının zaferleri olsaydı, temel Kartezyen model, hâlâ, kendilikle ilgili halk inançları üzerinde güçlü bir şekilde baskın olurdu. Sağduyu, düşünümselliğin, dünyaya yön veren ve bağlı bir özne olarak duygularını ve kendi çevresini deneyimleyen içsel bir kendiyle-özdeş varlık ortaya çıkardığını ileri sürer. Kısaca, ben bir kendiyim, sen bir kendisin, toplumsal dünya kendilerden oluşur. Buna uygun olarak, kişisel düşünceyi, izlenimleri ve duyguları düşünümsel öz-inceleme yoluyla derinlemesine araştırmakla, kişi, ele geçmez olmasına rağmen, kim olduğumuzla ilgili olarak birtakım içsel özler yakalamamız için yeterli olan özel bir ego duyumsar. Kısaca, kendinden-sorumlu, düşünülmüş seçimler ve eylemler bağlamında ahlaki eylemi de belirleyen özbilinç, kendi başına, kendilik [selfhood] için sağduyusal ölçütleri temellendirir ve böylece onları sağlamış da olur. Herşeye rağmen, eğer öz-bilinç kişiliğin temeli olacaksa ve böylece zihni, dünyadan ayrı olarak biliyorsak, işte bu ayırım, dünyada kişinin kendisinin seçtiği eylemi kökten bir şekilde kişinin kendisine ait kılar. Bu anlam içinde, bir “zihin”in bütün bakımlardan dünya içindeki kendi gidişatına karar verdiği, Kartezyen kendilik metafiziğinden özgür istencin sıradan anlamı ortaya çıkar. Bu zihin-beden inşasının ardından ortaya çıkan psikoloji, psikoloji felsefesinin evriminin haritasını çizer. Freud bile Descartes’ın temel ikiye ayırmasına bağlıdır: kendi orijinal fizyolojisi içinde, beyin-durumlarının kuvvetleri ve içgüdüleri olarak betimlenen bilinçdışı ruh (Beden) (Freud 1955[7]) Kartezyen zihni temsil eden ussal, derin düşünceye dalmış, yorumlayıcı ego ile karşılaştırılır. Bu, çözümleyen kimsenin seslendiği ve çözümlenen kimsenin, onun kendisine ait kişi olarak tanıdığı egodur.

Derinlemesine araştırıldığı onyedinci yüzyılın ortasında, kendi [the self] hiçbir yerde bulunmuyordu. Hume’a göre, bir kendiyi tanımlamaya, yalnızca, biraraya toplanmış ve psikolojik olarak tutarlı olan geçici algılar yeterlidirler. Hume, böylece, Kartezyen formülasyonu zayıflatır. Eğer “bir kendi” varolmasaydı, bilgi ve ahlakı dolayımlayan “kendi” ya da “ego” olarak gönderme yaptığımız kişi faili nedir? Kant “ego”nun, bir varlık olarak, ne gözlenebilir nede bilinebilir olduğunu kabul etti. Bunun yerine, kendi, deneyimin öznesi ve bütün tasarımlamaların bir önvarsayımıdır. “ ‘Ben’e yüklenen herşey, kendiliğinden, Ben’in kendisi değil fakat Ben’in bir yüklemi ya da nesnesidir.” (Inwood 1992, 121) Böylece Kant, farklı bir perspektivden ve farklı nedenlerle olmasına rağmen, “kendi”nin yerini belirleyemez. Ona göre, öz-bilincin düşünümselliği, temel olarak, benliğin dünyanın tümünü araştırmasından farksızdır. Böylece, ego bir nesne olarak gözlendiğinde, Kant onun bir doğal nesne olacağını düşünür. İşte burada, bu gelenek içinde temellenen Freud’a ait formülasyonu açmaya başlamalıyız.


 

[1] Ç.N. “V. Bölüm”, Tauber, I. Alfred (2010) FreudThe Reluctant Philosopher [Zoraki Filozof Freud], Princeton: Princeton University Press, ss. 146-173.

[2] Doç. Dr. Metin Bal, Felsefe Bölümü, Dokuz Eylül Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi,  Tınaztepe Yerleşkesi,

PK: 35260 , İzmir Türkiye, Cep tel: 0506 536 00 30, Uni. oda Tel: ++ 90 (232) 412 79 03  -  Oda dahili no: 19411, Fax:  ++ 90 (232) 453 90 93.

E-Posta: balmetin@gmail.com , Web:http://web.adu.edu.tr/user/mbal/index.html , www.metinbal.netne.net 

[3] Felsefeci psikolog (Endüstri ve Örgüt Psikolojisi uzmanı)

[4] Felsefeci psikolog (Endüstri ve Örgüt Psikolojisi uzmanı)

[5] The World as Will and Representation [İstenç ve Tasarım Olarak Dünya] 1819. 2 vols. Trans. E.F.J. Payne. New York: Dover.

[6] Ç.N. Schopenhauer’in İstenç ve Tasarımlama Olarak Dünya yapıtı ilk olarak 1818 yılında yayınlanmıştır. Tauber bu yapıtın 1969 baskısına gönderme yapmaktadır. Bu metinde Tauber, eserlere yaptığı göndermeleri, bu eserlerin ilk yayım yıllarını gözönüne alarak değil, fakat kendi kullandığı eser kopyalarının baskı yılına göre yapmaktadır.

[7] Freud, Project for a Scientific Psychology[Bilimsel Bir Psikoloji Tasarısı] 1895. Stanford Edition, 1: 295-387.

 

YAZININ DEVAMI İÇİN : Bibliotech, Felsefe, Sosyal Bilimler Dergisi, 2012, 15 Şubat-15 Nisan, Sayı: 16, Yıl: 5, ss. 32-47.

 

Anti-psikiyatri

Bugün ruhsal hastalıkların sınıflandırmaları kalın kalın kitaplarda yüzlerce başlık altında yapılmakta. Oysa ilk çağlarda sadece 2 ruhsal bozukluk tanımlanmış; ÇILGINLIK ve EPİLEPSİ… İlkçağ insanından günümüz insanına uzanan yolda psikiyatri Freud’dan çok daha önceleri de var olan ve devinimine devam eden bir bilim dalı… Aradan geçen zamanlarda neler olup bittiğine göz atmakta fayda var. 

Ruhsal hastalıklar arttı mı ya da hastalık tanımlamalarını mı arttırıyoruz? Zamanla psikiyatri doğru bir noktaya mı gelmekte y.o.k sa insandan uzaklaşmakta mıdır? Psikiyatrinin yetki sınırları nerede başlar, nerede biter? Artık hepimiz ‘’ deli ‘’ miyiz? Deli, hasta, çoğunluk, normal vs… gibi kavramların tanımlamasında ne diyoruz veya ne kadar doğruyuz? Psikiyatrinin ilgi alanı içindeki rahatsızlıklar nasıl ortaya çıkar? Bu rahatsızlıkların belirleyicisi doğa mıdır, çevresel etmenler midir? Bunları biyolojinin yöntemleriyle mi anlamaya çalışmalıyız, insan bilimlerinin yöntemleriyle mi?

Psikiyatri tarihi farklı okumalara açıktır. Psikiyatri tarihini kronolojik sırada arka arkaya dizilen başarıların günümüze kadarki sürecinin anlatıldığı bir başarılar dizgesinin dışında alanda büyük tartışmaların olduğu ve farklı zıt kutupların olduğu bir süreç olduğundan da söz etmek gerekmektedir. Belki de eleştirel süreçlerin ve karşıtlıkların en yoğun yaşandığı dönem 1960’lardır.

60’lar da ne olmuştur? Psikiyatri kavramının önüne gelen ANTİ sözcüğü bir ön ekten ibaret bir şey midir y.o.k sa temelinde değişik anlamlar mı barındırır? Temelden beri süre gelen biyolojik yöntem mi ya da insan bilimlerinin yöntemlerini mi kullanmalıyız tartışmaları niçin bu dönem yeni bir akımın doğuşuna sebebiyet vermiştir?

Dünyadaki politik, ekonomik ve sosyal değişiklikler; psikiyatride hekim-hasta ilişkisindeki insancıl olması gereken tutumlardaki yetersizlikle ve ‘depo’ hastanelerde yaşanan olumsuzlukların varlığı 60’larda ANTİ-PSİKİYATRİ akımının doğmasına sebebiyet verir. 1960’lı yıllardaki toplumsal altüst oluş, daha fazla özgürlük talep eden öğrenci hareketleri ve kültür devrimi, toplumsal dönüşüme ve iyileşmeye koşut olarak, artık bir akıl hastası deposu olarak kullanılmaya başlanan psikiyatri kliniklerine dikkat çekilmesi gerekliliği, çoğunlukla toplu yerleşim birimlerinden epey uzakta, sanki diğer “normal (!)” insanları varlıklarıyla rahatsız etmesinler diye kalın ve yüksek duvarlar ardına “hapsedilmiş” akıl hastalarının içler acısı durumu ve tüm bunların toplumsal dönüşümün gündemine girmesi gerekliliği gibi dönemin toplumsal arka planındaki olayları akımın doğmasına sebebiyet veren ön koşullar olarak nitelemekte ve akımı dönemin koşullarıyla değerlendirmekte fayda vardır. Akımın temelleri felsefeye dayanır. ‘’Deli’’ kavramının tanımına ihtiyaç duyar ve ‘’Normal bireyin varlığının çoğunluktan yana olmayla var olup olmadığı ‘’ gibi sorulara cevaplar üretmeye çalışır. Akımın temel tezi, ‘’psikiyatrik hastalığın tıbbi olmadığı aksine toplumsal, siyasal bir fenomen olduğu’’ biçiminde ifadelendirilebilir. Esin kaynakları Thomas Szasz ve Michel Foucault’nun fikirleridir. Antipsikiyatriye ilk tanımlamayı getiren David Cooper olmuştur. İngiltere’deki en önemli temsilcisi Robert David Laing, İtalya’da da Franco Bassaglia olmuştur. 

Böyle bir dönem içerisinde 1967 yılında “Anti-psikiyatri” tanımını yaparak akımın resmen başlangıcını David Cooper yapar. Kapitalist sisteme karşı bir mücadele alanı olarak görüşünü ortaya koyar Cooper ve delilik politik muhalifliktir gibi cümleler sarf eder. Şizofreniyi kapitalist toplumun bir ürünü olarak tanımlayıp, psikoz yerine sosioz terimini kullanır. Normal ve norm kavramlarını sorgular. Bir tıp alanı olarak psikiyatrinin insanları düzenin normlarına sokmaya yarayan ideolojik bir aygıt olduğunu ileri sürer.

Foucault modernitenin, iktidarın düzene sokucu, yola getirici niteliğini eleştirirken, tıbbın tarih boyunca hikmeti kendinden menkul sayıla gelmiş otoritesi de bundan nasibini alır. Michel Foucault ‘’Deliliğin Tarihi’’ kitabında ruh hastalığını, doğa bilimsel değil toplumsal ve kültürel bir buluş olarak sunmuş ve tüm bu kavramlar ve uygulamaların iktidar söylemlerinin yansıttığını ifade etmiştir.

Thomas Zzasz ‘’Akıl Hastalığı Miti’’ kitabında psikiyatrik hastalık nosyonunu bilimsel açıdan anlamsız, toplumsal açıdan da zararlı olarak tanımlandırır. Szasz’a göre orta çağda büyücülüğün üstlendiği kutsal işlevi modern dünyada akıl hastalığı üstlenmektedir ve özetle “Psikiyatri y.o.ktur” diye görüşünü temellendirir.

Ronald Laing, şizofreniyi ‘’tehlikeli’’ insanların sahne dışına atılması olarak yorumlamıştır. Şizofreni ve benzeri psikozların organik kökenli olmadığını daha da önemlisi hastalık olmadığını iddia eder. Aksine kendine yabancılaşmış bireyin iyileşme sürecindeki basamaklardan biri olarak tanımlar. Kendi tabiri ile otorite tarafından damgalanmış bireyleri İngiltere’de kurduğu hasta bakım evlerinde bir araya toplayıp küçük şizofreni komünleri oluşturmuştur.

Anti-psikiyatri akımının argümanlarını kuramdan hayata geçiren Basaglia, 1100 kişilik bir akıl hastanesini kademeli olarak kapatmış, yerine otonom mahalleler kurmuş, dört duvar arkası yerine insan ilişkilerinin iyileştiriciliğini benimsemiştir. Ayrıca, psikiyatrik kontrolün, sınıfsal aygıtın kontrol araçlarından birisi olduğu tezinden hareketle, o dönem sıkça kullanılan, lobotomi, ekt, insülin koması gibi uygulamalara karşıt tavrı almıştır. Çalışmalarındaki esas mantık, hastalığın bireysel değil toplumsal olduğudur ve iktidar ilişkilerinin üreteci olan ana akım psikiyatrinin ciddi biçimde eleştirilmesi gerekliliğini inanmasıdır.

Anti-psikiyatri akımının hastalıkları kavramlaştırma da kullandığı model, yeterli bilimsel kanıt ortaya koyamamış ve çok hızlı bir şekilde gelişmekte olan nörobilimsel gelişmelerle birlikte güncelliğini zamanla kaybetmiştir. Akımın amacını tıp etiğiyle bütünleştirdiğimizde “çocuksu hareketler” diyerek kestirip atamayacağımızı rahatlıkla görebiliriz. Psikiyatrinin kadir-i mutlak, alim-i mutlak konumu; ilgi alanı içindeki rahatsızlıkları hastalık modeli içinde ele alıp nedenleri, tedavileri üzerinde nihai sözü söylerken sergilediği otorite gibi konuların etik bağlamda tartışılmalarının devamlılığının sağlanması gerekliliği yadsınamaz bir gerçekliktir. İnsanın bütün ruhsal acılarını, sıkıntılarını tıbbi model içinde ele almanın, etik sorunları bir yana, düpedüz bir yöntem hatası olabileceğini, sinirbiliminin hayatın bütün sıkıntılarını anlamaya yetmeyeceği gerçekliği de bir diğer açıdan önümüzde duran sorunsallardan biridir. Ruhsal rahatsızlıklara sosyal kuramlar yönünden geliştirilebilecek yeni görüşlerin varlığı, ruhsal rahatsızlıkların (örneğin; şizofreni) bir beyin hastalığı olduğuna işaret eden verilerin ya da tedavisinde tıbbın çok yol almış olduğu gerçeğinin gözardı edilmesini gerektirmez. Bir açıdan da, farklı bakış açılarının birbirlerinden bağımsız olarak ürün vermeye devam edişinin nedenini, psikiyatrinin ilgi alanı içindeki rahatsızlıkların çok geniş bir yelpazeye yayılmış durumda olmasına ve tıbbi modele tamamen uyan rahatsızlıklar ile -en azından bugünkü bilgi birikimi ile- tıbbi model içinde ele alınması eksik ya da yanlış olacak rahatsızlıkların da psikiyatrinin ilgi alanı içinde yer almasına bağlanmak söz konusu olabilir. Bunlarla birlikte bu eleştirel akımın tanı, bakım ve tedavi sorunlarına dikkat çekmede, psikiyatrinin ‘’kendine çeki düzen vermesi’’ ne ve insancıl doğasını hiçbir zaman unutmaması gerektiğini hatırlatmada önemli katkılar sağladığı söylemek gerekmektedir.


Kaynak: nörobilim.com

Felsefenin Psikanaliz Üzerindeki Etkileri

Gizem SÖNMEZ


Psikanaliz, 19.yy. sonlarında rasyonalistlere tepki olarak ortaya çıkan; kişinin bilinçaltını inceleyen, ruhsal araştırmalara dayalı iyileştirmeyi temel alan bir yöntemdir. Psikanaliz terimi; kişinin içsel engellerini yenerek duygu ve düşüncelerini serbestçe konuşabilmelerini sağlayan ilkeleri kapsar. Yöntemi serbest çağırışım ve rüya yorumlarıdır. Serbest çağrışım, kişinin kendini sınırlamadan sorunları anlatmasına dayanır. Rüya yorumları ise, rüyaların bilinçaltını yansıttığı düşünüldüğü için önemlidir.

Kelimelerle tedavi yöntemi ilk kez Sokrates, Platon gibi Yunan filozoflarında düşünülmüş ve o dönemde de bazı hastalıkların bozulan düşünce süreçlerinden kaynaklandığı fark edilerek kelimelerin iyileştirici olabileceği savunulmuş; fakat kabul gören bir görüş olmamıştır. Psikanalizin temeline baktığımızda felsefenin etkileri çok net bir şekilde görülebilmektedir.

Rasyonalistlere tepki, ilk olarak Schopenhauer’le başlamış ve her şeyin akılla açıklanamayacağı görüşü ileri sürülmüştür. Schopenhauer’in görüşleri psikanalizde etkili olmuş ve psikanalizin temelini oluşturan bilinçaltı kavramı Schopenhauer’in istemiyle aynı anlamda kullanılmıştır. Bilinçaltı; kişinin bilinç düzeyine çıkmamış yaşantı ve dürtüleridir. Schopenhauer’in bahsettiği istem de, bilinci etkiler ve bilinçaltıyla ortak özelliklere sahiptir.

Psikanalizin kurucusu Freud, psikanalizin temeline Schopenhauer’in görüşlerini koyarak aklı reddetmiş, ruhsal açıklamalara ve bilinçaltının etkisine değinerek, kişinin davranışlarının dürtüler ve ruhsal süreçler tarafından yönetildiğini öne sürmüştür. Freud için cinsellik çok önemlidir ve her şeyi cinsellikle açıklamaya çalışır. Rüyaları simgesel bir anlatım olarak görür ve bu simgeleri bile mutlaka cinselliğe bağlar. Schopenhauer felsefesinde de cinselliğin büyük önemi vardır. İki insan arasındaki sevginin sadece üreme isteğine bağlı olduğunu savunmuştur. Cinsellik libidonun temelindedir. Libido da yaşam enerjisidir. Yaşam ve ölüm kişinin temel dürtüleriyken, yaşam dürtüsü cinselliğin karşılığıdır Schopenhauer için. Ölüm ise Schopenhauer için kişinin farkında olduğu ve hayatı boyunca bu düşünceyle yaşadığı bir dürtüdür. Freud her ne kadar ölüm üzerinde fazla durmasa da, herkesin bilincinde olmadığı bir ölüm isteğine sahip olduğunu savunur. Görülüyor ki; Schopenhauer’in temel dürtüler üzerine söyledikleri, Freud’u etkilemiş ve psikanalizinin temeline koyduğu düşünceler halini almıştır.

Schopenhauer felsefesinde, acıları unutmak için onlardan kurtulma yolunun seçildiğinin gözlemlenmesi; Freud için yönlendirici olmuş ve savunma mekanizmalarının kullanıldığı sonucuna varmıştır.

Freud’un görüşlerini reddedip kendi analitik psikolojisini kuran Carl Gustav Jung’da ise bu etkiler daha açık bir biçimde kendini gösterir. Jung, Freud’un sorunların kökeninde cinsellik arayışını reddedip, bilinçdışını en ayrıntılı inceleyen psikanalisttir. Jung’un felsefeden etkilenimi doğu felsefesine yakınlığıyla başlar. Bilindiği gibi batı felsefesi aklı temel alırken, doğu felsefesi ruhsal yaşamı ön planda tutar. Dolayısıyla Jung’da ruhsal olana, bilinçdışına yönelir.

Schopenhauer’da dünya görüşü tasarım olarak vardır. Tasarım olarak dünyanın bilgisi bize doğuştan gelir ve biz nesnelerin karşılığını bu dünyada buluruz. Jung’ da dünyayı tasarım olarak görür; bizim doğarken dünyanın bilgisine sahip olduğumuz görüşündedir. Schopenhauer’in tasarım dünyası iyi bir dünya tasarımı da değildir. O birçok görüşün aksine bu dünyanın olsa olsa en kötü dünya olabileceğini savunur. Oysa felsefe tarihinde çoğu görüş dünyanın iyi olduğu yönündedir. Jung’un dünyaya bakışı da onun kötü olduğu yönündedir.

Jung için libido doğal bir enerjidir. Freud’da olduğu gibi cinsellik üzerine kurulu değildir. Libido için denge önemlidir. Kişinin kendisiyle ve çevresiyle uyum içinde yaşaması için içsel olanla dışsal olan dengede kalmalıdır. Nasıl ki yalnızca içsele yönelen kişi dış dünyaya uyum sağlayamazsa; sadece dış dünyaya yönelim de uyumsuzluğa neden olur. Denge sağlansa bile dış dünya uyaranları sürekli dengeyi bozma eğilimindedir ve bu da dış dünyanın kişi üzerinde olumsuz etkisi olduğunu gösterir. Aynı görüş ilk olarak Schopenhauer’ de var olmuş ve dış dünyanın kişinin özgürlüğü üzerinde kısıtlamalara neden olduğu savunulmuştur.

Libidinal enerjinin yönetimi bakımından Jung kişiliği içedönüklük ve dışadönüklük olarak ikiye ayırır. Dışadönük kişinin dış çevreye ilgisi daha fazladır. Yüzeysel, kısa süreli ilişkiler kurar ve derin düşüncelerden kaçar. İçedönük kişi ise geri çekilmiş ve kendine yönelmiştir. İnsanlara karşı güvensiz, eleştirici ve kötümser olmalarının yanında vicdan sahibidirler. Schopenhauer’de de bu ayrım görülür ve dışa dönük kişi yüzeysel olarak adlandırılırken, içedönük kişi derin düşünce faaliyetinde bulunabilir. Dehaya da ancak içedönük insan ulaşabilir. Tüm bu kişilik farklılıklarının dışında Jung için asıl önemli olan çağdaş insandır. Çağdaş insan şimdinin önemini bilir ve anı yaşayabilir. Bu görüşün de temelinde Schopenhauer’in şimdiye önem vermesi ve kişinin sadece şimdinin bilincine sahip olduğunu söylemesi vardır.

Jung, sadece Schopenhauer’den etkilenmemiştir. Analitik psikolojisinin temelini oluşturan arketipler( ilk örnekler) de, Platon’un idealarıyla benzerlik gösterir. Jung için arketipler, bir düşüncenin dayandığı ilk örneklerdir ve ortak bilinçdışının içeriğini oluşturur. ( Ortak bilinçdışı: Kişisel bilinçdışının aksine, tüm insanlarda ortak olan nesnel ruhtur.) Jung’un arketipleri değişmez yapılardır ve bu yönüyle idealarla benzerlik gösterir. Aralarındaki temel fark ise; ideaların yücelik kavramına karşılık gelmesi, arketiplerin ise karanlık ve aydınlık yönü içinde bulundurup sadece yüce olanı kapsamamasıdır.

Felsefe tarihine bakıldığında, psikanaliz ve felsefe arasında birçok ortak yön daha bulunabilir; ama şimdi psikanalizin ortaya çıkışının nedenlerinden kısaca bahsetmek istiyorum.

Psikanaliz bir gereksinim sonucu ortaya çıkmıştır. Bilinçaltı psikolojik fenomenlerin doğası hakkında felsefi kuramlar ortaya atılmış ve çoğu kişinin göz ardı ettiği bir kavram olan bilinçaltı tanınmaya başlanmıştır. Bilinçaltı kavramını biz ne kadar Freud’la tanısak da, felsefe tarihine bakıldığında bilinçaltı kavramının incelenişi Platon’a dek uzanır. Descartes ve Leibniz’de üstü kapalı olsa da bilinçaltı kavramına rastlayabiliriz. O dönemde de kişinin bilinmeyen yönleri araştırılmış ama birçok kişi tarafından ciddiye alınmamıştır. .

Felsefe tarihine baktığımızda aydınlanma çağını, akıl çağının izlediği görülmektedir. Akıl çağı her şeyi akılla açıklamak, neden-sonuç ilişkileri içinde olayları ele almaktayken, bu durum katı ve dar bir bakış açısına neden oluyordu. Her şeyi akılla açıklamak, kişiyi bireyselliğinden uzaklaştırarak, onu bir nesne haline getiriyordu. Duygular neredeyse hiçe sayılırken, insan ruhsal yanından uzaklaşıyordu. Bu durumun önüne geçen ve karşıt bir görüş oluşturan irrasyonalizmin kurucusu Schopenhauer oldu. Schopenhaue’in en büyük savunması; bilginin bize dışarıdan geldiği için, onun hakkında tam bir yargıya varamayacak olmamızdı. Bu nedenle aklı tamamen reddetmişti. Akılcılığın sorgulanmaya başlamasıyla birlikte, psikoloji alanında da yenilik gelmiş ve Schopenhauer’in görüşleri temel alınarak psikanalizin temeli atılmıştır. Zaten Schopenhaur ve onun görüşlerini temel alan psikanalizin hedefi de aynıdır: Hayatın yönetiminin bizim elimizde olmadığının anlaşılmasıdır.

Akılcılık sorgulaması, 19.yy da düşünce dünyasında yeniliklere yol açmıştır. Kişinin kendini tanıma olanağı doğmuştur.

Akılcılık ve akılcılığın reddi günümüzde de hala tartışmaya neden olurken, Schopenhauer’in yenilikçi düşüncesi ve farklı bakış açısını da hafife almamak gerekir. Döneminde ilgi görmeyen Schopenhauer felsefesi halen psikanalizin temelini oluşturmaktadır.

Distimik Bozukluk

Distimik Bozukluk

Distimik Bozukluk
Tanım-Tarihçe

Kişinin alışa gelmiş benliğinin bir parçası olarak yaşanan, uzun süreli, dalgalı, düşük şiddette depresyon hali.
Tarhide daha önceki kullanılan isimler; Kronik minör depresyon, Nevrotik depresyon, Depresif nöroz, Karakterolojik depresyon, Depresif kişilik, Kronik disfori, İntermitan depresyon, Tedaviye dirençli depresyon.
İlk olarak 1980’de DSM III’de tanı olarak yer aldı.
Major depresif bozukluk sekeli olarak ortaya çıkmamakta ve kronik depresif bozukluk için gerekli olan semptomatolojiyi karşılamaz.

Çoğu tipik vakada hastaların şikayeti her zaman depresif olmalarıdır
Başlangıç yaşı genelde erkendir, çocukluk ya da ergenlik dönemlerinde başlar
Daha seyrek ve klinik olarak iyi tanımlanmamış bir diğer tipi ise geç başlangıçlıdır ve orta yaşlı erişkinler ile geriatrik popülasyonda görülür

Akiskal (1990) distiminin nüvesini oluşturan özellikleri;

  • Çocukluk ve ergenlik dönemindeki sinsi başlangıçlı
  • En az 2 yıl süresince devam eden düşük derecedeki kronisite
  • Ayaktan tedavi edilecek düzeyde işlevsellik gösteren düşük şiddetli depresyon
  • Dirençli ya da aralıklarla tekrarlayan bir sürece sahip
  • Daha önce varlığı ifade edilen affektif bir hastalığın sekeli olarak ortaya çıkmaması

şeklinde tanımlamıştır.

Distimik Bozukluk duygudurum bozukluğu mudur?

  • Öykülerinde herhangi bir duygudurum bzk tanısı sıktır
  • Uygun ilaç, uygun süre uygulandığında karakter gibi görünen özellikler kaybolabiliyor.
  • Beyin görüntüleme çalışmaları depresyon hastalarının bulgularına benzemekte.
  • Uyku EEG’leri depresyon hastalarının uyku EEG’leri ile benzer

Bütün bu kanıtlar duygudurum bozukluğu olduğunu düşündürmektedir.

Distimik Bozukluk
Epidemiyoloji

Genel Popülasyondaki yaygınlığı %4,5-%6
Kadın-düşük sosyoekonomik düzey –yaşlılar da sık
Distimide ırksal farklılık ve çalışıyor olma durumu arasında farklılık bulunmamış

Distimik Bozukluk
Komorbidite

Eksen 1\’ de Major Depresif Bozukluk(%39-76), Anksiyete Bozukluğu(%46), Madde Kötüye Kullanımı (%22-36)
Eksen 2\’ de Borderline, Bağımlı, Histrionik KB eşlik edebilmektedir.

Distimik Bozukluk-DSM IV
A. Kişinin kendi öznel bildirimi ya da başkalarının gözlemiyle belirlenen, en az 2 yıldır çoğu gün ve günün çoğu zamanında sürmekte olan depresif duygudurum
B. Depresifken aşağıdakilerden en az 2 ya da daha fazlasının bulunması
1) İştahsızlık ya da aşırı yeme
2) Uykusuzluk ya da aşırı uyku
3) Düşük enerji düzeyi ya da bitkinlik
4) Düşük benlik değer duygusu
5) Konsantrasyon zayıflığı ya da karar verme güçlüğü
6) Umutsuzluk duyguları
C.Bozukluğun 2 yıllık bir süresi içinde, A ve B ölçütlerindeki belirtilerin olmadığı 2 aydan uzun süren bir dönem yoktur
D.Bozukluğun ilk 2 yılı içinde major depresif bir dönem bulunmamaktadır; yani bozukluk kronik depresif bozukluk ya da kısmi düzelmeli major depresif bozuklukla daha iyi açıklanmamaktadır
E.Manik, hipomanik ya da karma bir dönem hiç geçirilmemiş ve siklotimik bozukluk tanı ölçütleri hiçbir zaman karşılanmamış olmalıdır.
F. Bu bozukluk yalnızca, şizofreni, delüzyonel bozukluk gibi kronik psikotik bir bozukluk gidişi sırasında ortaya çıkmamıştır
G. Bu belirtiler bir maddenin ya da genel bir tıbbi hastalığın doğrudan fizyolojik etkilerine bağlı değildir
H. Belirtiler klinik olarak anlamlı bir rahatsızlık yaratır ya da sosyal, iş ya da diğer önemli işlev alanlarında bozulmaya neden olur
Erken başlangıç: 21 yaşından önce
Geç başlangıç: 21 yaş ya da daha ileri yaşlarda
Atipik özellikli

Distimik Bozukluk
Klinik Özellikler

Geç çocukluk döneminde başlar
Takip eden yıllarda süperimpoze olabilen depresif dönemlerle devam eder
Hastalığa süperimpoze olan bir major depresif dönemin düzelmesi sonrası düşük düzeyde depresif semptomların olması kural gibidir.

Bu kimseler genelde “yakınmacı”, hastalıklarından mazokistik bir doyum sağlayan kimseler olarak görülürler.
Hipomaninin karşı kutbunun oluşturmaktadır.
Klinik pratikte depresyon ile komplike olmamış saf distimi seyrektir.
Distimik bozukluk major depresif bozukluk ile çok noktada örtüşmesine rağmen depresif semptomların daha subjektif olması ile bu hastalıktan ayrılır
\”Depresyonun attenüe hali\” şeklinde tanımlayanlar vardır.

 

Her ne kadar depresyon kriterlerinin hepsinden sözetmek mümkünse de bilişsel (benlik saygısının düşük olması , ümitsizlik) afek-
tif (disforik duygudurum) ve sosyal-motivasyonel (ilgi, istek kaybı , sosyal çekilme, zevk alamama) gibi semptomlar vejetatif belirtilerden daha sık olarak görülmektedir. Örneğin; İştahsızlık, kilo verme, Libido azalması, Sabah kötülüğü, Zevk ilgi kaybı, Konsantrasyon kaybı daha az, Faliyet düzeyinde azalma, Değersizlik duygusu, Umutsuzluk, Konuşma azlığı, Toplumdan uzaklaşma daha sık görülür.

Beligin klinik özellikler ; alışılagelmiş hüzün duygusu, sürekli düşünceli bir hal, yaşamdan alınan keyifte azalma, yetersizlik düşünceleri
Bu durum artık alışkanlık haline gelmiş olup, depresif kişilikte gözlenen özelliklerin şiddetlenmiş bir hali olarak gözlenebilir.
Her üç distimiden bir tanesi depresif kişiliklik bozukluğu tanı ölçütlerini karşılamaktadır.
%75-70 psikiyatrik komorbidite görülür.

Yatan hastaların %80-90’ında disitimi üzerine eklenmiş depresyon mevcuttur. Bu duruma \” Çifte Depresyon \” denir. Distimik bozuklukta anhedoni ve nörovejetatif semptomlar major depresyondan daha az görülür.

 

Distimik Bozukluk
Tedavi

Yeni veriler farmakoterapi ve/veya bilişsel davranışçı terapinin etkin olduğunu göstermektedir
Distimik bozukluğun tedavisinde birinci seçenek herhangi bir SSRI ya da MAOI olmalıdır.
Genç ve ergenlerde paroksetin (?)- SSRI birbirine üstünlüğü yok şeklinde çalışma sonuçlarıda mevcut.
Güçlendirme tedavileri (Lityum-tiroid hormonları).

Depresyon şiddeti az Düşük doz AD kullanalım mı? Cevap:—–HAYIR.

Depresyon için tanımlanan 4 haftalık akut tedavi dönemi distimide en az 3 ay

Destekleyici, kişilerarası ve bilgilendirici yaklaşımlar yardımcı olabilir.

Hasta yakınlarının bilgilendirilmesi tedavi başarısını artırmaktadır.

Tedavi eden hekim iyimser tutumunu oluşabilecek olumsuz karşıt aktarımlara karşın sürdürebilmelidir.

Kaynaklar
1-Yaşlılarda Distimik bozukluk, C. Hocaoğlu. Anatolian Journal of Psychiatry, 2000, 1(3):174-179
2-Distimik Bozukluklar, Doç. Dr. K. Oğuz KARAMUSTAFALIOĞLU*, Uz. Dr. Nesrin KARAMUSTAFALIOĞLU* Psikiyatri DÜNYASI 2001;5:30-35
3-Distimik Bozukluk: Gözden Geçirme, Yasemin CENGIZ *, Tarık KUTLAR *, Münevver HACIOĞLU *, Muharrem YAMAN. Düşünen Adam; 2004, 17(1):21-26

Hazırlayan: Dr.D.H.Delibaş